ahya Kemal şöyle diyor:
Lisan bahsi açıldıkça: “halâ mı o bahis?” diyerek bezginlik gösterenler bana acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde: “halâ mı o bahis?” diyecek bir Türk, menfur bir kayıtsızlık göstermiş sayılır.
Bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir, bu bağ öyle metin bir bağdır ki, vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçenin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.
Dil bilindiği gibi yaşayan bir varlıktır. Bir dil ne kadar yaşarsa o dili konuşan millet de o kadar yaşar. Dili olmayan millet, milleti olmayan dil yoktur. Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nun Türkçenin Grameri adlı eserinde söylediği gibi “Dil millî birliğin çimentosudur.” Dil olmazsa birlik olmaz, teşbih taneleri gibi dağılır gideriz. Birliğini, canlılığını, dilini kaybeden milletler ölüme mahkûmdur. Latinler, Hititler, Sümerler gibi canlılığını kaybeden milletlerin dili de ölmüş, donmuş kalmıştır.
Kendi kanunlarıyla kendi yolunda bir sistem dâhilinde ilerleyen dilleri zenginleştirebilmek için ilmî müdahalelerde bulunulması tabiîdir. Tabiî olmayan, dil kanunlarını hiçe sayan, belki bu kanunların varlığından bile habersiz maksatlıların, cüretkârların ben yaptım oldu kabilinden “sözcük” uydurmalarıdır.
Dikkat buyurulursa halk kendi kanunlarına sahip çıkıp hiç şaşmadan doğru kelime keşfediyor, sevdiğini tutuyor. Hem kök, hem ses, hem yapı ve hem de manâ bakımından doğru ve sevimli olan bu kelimeler bazen son eklerle türetme, bazen birleştirme, bazen tercüme ve benzetme yoluyla ortaya çıkıyor: “denizaltı, buzdolabı, tatil köyü, gecekondu, gökdelen, dolmuş, biçerdöver, yanardağ, düdüklü tencere, vb.”
Yabancı dillerden alınan kelimelere gelince, bunlar ya tamamen dilin sesine ve yapısına uyuyor veya olduğu gibi yerleşiyor. Öyle de olsa böyle de halkın bilip kullandığı bu kelimeleri kazımaya kalkmak akıl kârı değildir. Onlara karşılık olmak üzere doğru monte edilmiş, ilmî yollarla yapılmış kelimeleri ortaya sürersiniz, tutarsa tutar. Gelgelelim, filanın feşmekânın paşa gönlü öyle istedi diye yutturmaya kalkışılan uydurmalar dili güve yemişe döndürüyor, zihni perişan ediyor.
Dikkat ediyorum, Türkçeye evvel zaman içinde Farsçadan, hele Arapçadan girmiş kelimeler ilerici mirasyedilere pek dokunuyor da, Batı dillerinden, meselâ İngilizce ve Fransızcadan alınmış olanlar adetâ zevk veriyor!..
Resmî gösterilerinde, radyo ve televizyondaki bayramlık konuşmalarında uydurukça, İngilizce, Fransızca karışımı bir dili, arada bir tekleseler de, bir hoş söyleyip duruyorlar. Hususî sohbetlerinde ise, hele biraz öfkeleniverirlerse, günlük konuşmalarımızdan kalkmış, unutulmaya yüz tutmuş ağdalı kelimeleri bile can havliyle sıralayıveriyorlar.
Türkçe de, her medeniyet dili gibi, yabancı dillerden kelime almış ve bunları hazmetmiştir. Meselâ, “Rumca somunun içine Farsça peyniri koyarsanız İngilizce sandviç olur, onu da Fransızca balkonunuzda oturup Arapça afiyetle yersiniz. Ya, İtalyanca iskele gazinosundaki Rumca palamut ızgarasına ne dersiniz?”
Türkçeden artık tabiîyet değiştirmiş, Türkçe olmuş somun, peynir, palamut, iskele gibi kelimeleri atamazsınız. Atmaya kalkarsanız beyhude zahmet olur.
İngilizce ve Fransızcadan her gün dumanı üstünde kelimeler geliyor. Bunlara karşı koyabiliyor musunuz? Hayır! O halde bırakın da, her millet anadilini nasıl konuşuyorsa biz de anadilimizi anamızdan babamızdan öğrendiğimiz gibi keyfiyle konuşalım.
Prof. Dr. Beynun Akyavaş