il her milletin kendi hususiyetlerine göre teşekkül etmiş bir Allah vergisi, bir anlaşma vasıtasıdır. Yazı ise dilin tesbitine yarayan insan keşiflerinin en mükemmel semeresidir. O halde yazının da millî hususiyetleri olmalıdır. Dünyânın bütün dillerine uyan tek bir alfabe düşünülemez. Çünkü her dilin kendine mahsus bir fonetiği, yapısı ve ahengi vardır.
İşte dillerin bu hususiyetleri ile. uğraşan bir de “Lisaniyat İlmi” teşekkül etmiştir. Bugün bizim gibi birçok milletlerin kullandığı Lâtin alfabesi de mükemmel bir alfabe değildir. Ancak Lâtin alfabesini kabul eden her millet, kendi dillerinin fonetik ve morfolojik esaslarını göz önünde bulundurarak, bu harflere bâzı işaretler veya müşterek harflerden türeterek kendi dillerine uygun sesler meydana getirmişlerdir.
Meselâ, Macarlar kendi lisanlarını tespit için bu alfabeyi kullanırken uzun zaman akademik faaliyetlerde bulunmuşlar, encümenler kurmuşlar ve Lâtin alfabesini kendi dillerinin hususiyetlerini belirtecek şekle sokmuşlardır.
Bu encümenlerde çalışan ilim heyetleri kollara ayrılarak en eskilerden başlayarak en yenilere kadar bütün metinleri incelemişler, bütün kelimelerini ihtiva eden imlâları ve fonetik hususiyetleri gösteren üç cildlik büyük bir lügat hazırlamışlardır. Bir koldan da muhtelif lehçeleri yer yer toplamışlar gene üç ciltlik bir Lehçe Lügati yapmışlar, bunlardan başka kendi dillerine yakınlığı olan Fin-Ogur dillerini tetkik etmişler ve yakınlığı dolayısıyla dilimizi de incelemeye çalışmışlardır.
Bu münâsebetle Türkiye’ye gelen Dr. Kunoş uzun seneler çalışmış, halkımız arasında da dolaşmış pek çok metin toplamış bir taraftan bunları transkırıpsiyon usuliyle tespit ederek eserler ortaya koymuş, bir taraftan da kendi dillerine geçen kelimelerimizin etimolojisini incelemiştir. İşte Macar dilinin temelleri böyle çalışmalarla atılmıştır.
Türkler Orta Asya’da kendi telaffuzlarına uyan Runî şekil bir alfabe olan Orhun Alfabesini kullanmışlar, daha sonra Uygur Türkleri “Uygur Alfabesi” ne geçmişler ve Türkler Müslüman olduktan sonra “Arab Alfabesini” kullanmağa başladılarsa da Uygur yazısı bir zaman daha kendisini muhafaza ederek yerini yavaş yavaş Arab Alfabesine terk etmiştir. Türklerin kullandığı Alfabe Arab ve Fars alfabesinin kopyası değildir. Türkler onu az çok kendilerine uydurmuşlardır.
Türkiye, Lâtin Alfabesine geçmeden önce bu mevzu üzerinde çok durulmuş gerek bizde gerek batılı müsteşrikler arasında uzun münâkaşalara yol açmış, muhtelif fikirler ortaya atılmıştır.
Dr. Kunoş’a göre: Milletlerin vaktiyle kullandıkları alfabeler tarihi medeniyetlerini ispat eden bir mukaddes hâtıradır, birdenbire ellerinden alınması medeniyetlerinin kaybolması demektir.
Bundan başka Türkler’in yüzlerce seneden beri Arab harfleriyle yazılmış derin fikirlerle dolu eserleri ve çok geniş edebiyatları vardır. Bu yazılar unutulursa bu eserler tarihin karanlıklarına gömülecektir. Bunun için Türkler harf değiştirirken çok dikkatli olmalıdırlar.
Bizim neslimiz daha annelerimizin ninnilerinden hocalarımızdan aileye ve çevre muhitinden okuduklarımızdan dilimizin mûsikisini dinleyerek yetişti. Biz Yahya Kemal’in “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” dediği beyaz Türkçeyi işiterek okuyarak öğrendik…
Hocalarımız çoktan Rahmet-i Rahmân’a kavuştu… Bizim neslimiz de tükenmek üzre… Bizden sonra yetişenler bizim yetiştirdiğimiz gençler de az çok Mehmed Akif’leri, Faruk Nâfiz’leri, Reşad Nuri’leri hattâ Tevfik Fikret’leri biraz da eskileri bizden dinlediler dil ahengini duyabildiler.
Yahya Kemal’i Ahmed Hâşim’i tanıdılar… fakat sonra?…
Arkadan gelen dil inkılâbı!
Saptırılarak öztürkçecilik adı altında uydurmacılık!
Artık çocuklarımızın hele torunlarımızın dilini anlamaz olduk. O günlerden bu günlere kadar Dil kurumlarından, Üniversitelerden dil âlimleri lisaniyat ilmini iyi bilen dilcilerimiz yetişti; ama hâlâ dilimiz perişan… İmlâmız kararsız… Radyolardan, Televizyonlardan işittiğimiz Türkçe bizi ağlatıyor…
Nermin Suner Pekin