Türk milletinin tarihte maruz kaldığı en büyük facialardan birisi de son yarım asırdan beri diline yapılan darbedir. Bu büyük darbenin sinsi ve planlı ismi “öztürkçecilik”dir. Gerçekte ise Türkçeyi özünden uzaklaştıran yeni bir “uydurma” Türk dili meydana getirme hareketidir. Uydurma Türkçe öyle sür’atle yayılıyor ki; eskiden dede ve torunun anlaşamadığından şikâyet ediliyordu; şimdi ise baba ile evladı dahi anlaşamıyor.
1920 yıllarının Türkçesi, Yahya Kemal ve Peyami Safa gibi şair ve edebiyatçıların kullandığı hakiki, zengin Türkçe idi. 1930-1950 arasında “uydurma Türkçe” modası vardı. 1950’de Adnan Menderes iktidara gelince, 1920’lerin zengin Türkçesine tekrar dönüldü. 1960’ta 27 Mayıs darbesiyle, devlet eliyle tekrar uydurma dil furyası başladı.
Bundan 30-40 sene önce uydurma dille mücadele eden çok kıymetli edebiyatçılarımız, yazarlarımız vardı. Maalesef bugün Türkçemiz sahipsiz ve garip kaldı. Dilimiz fakirleştirilerek kabile lisanına döndürüldü. Artık gençlik, 1950’den önceki kitapları, gazeteleri okuyup anlayamıyor. Hâlbuki bir Fransız genci Victor Hugo’nun, bir İngiliz genci Shakespeare’in, bir Rus genci Tolstoy’un bütün kitaplarını okur ve anlar.
20. asrın başlarına kadar bütün Türk dünyasında aynı alfabe ve aynı dil kullanılıyordu. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşarak gidilebiliyordu. İstanbul’da çıkan bir gazete, dergi, Kırım’da, Kazan’da, Bakü’de, Taşkent’te, Kaşgar’da; oralarda çıkanlar da İstanbul’da okunabiliyordu.
Öztürkçeciler, Türk diline girmiş binlerce Fransızca, İngilizce kelimelere bir şey demiyorlar, asırlarca yaşayan, halkın bildiği, kullandığı Arapça, Farsça kelimelere düşmanlık ediyorlar. İnatla yeni kelimeler uyduruyorlar. Bunların asıl maksadı, Türk milletini, tarihinden, Türk dünyasından ve İslâm âleminden koparmaktır.
Bugün Türkçede, Fransızca telaffuzuyla; “aktif, avantaj, bagaj, branş, endüstri, etüt, kampanya, kontrol, departman, asistan, konferans, alternatif, amatör, direkt, enformasyon, liberal, normal, anormal, orijinal, parsel, polis, pozisyon, pozitif, kalite, sosyal, şampiyon, rekor, reklam, roman…” gibi 7 bine yakın kelime her gün, herkes tarafından kullanılmaktadır. Öztürkçeciler, bu kelimeler yabancıdır diye hiçbirini atmıyor, seve seve kullanıyorlar. O halde Arapça ve Farsçaya düşmanlık niye?
P
rof. Dr. Ali Fuat Başgil diyor ki:
“Fransızca; Latince, Grekçe, eski Frank kelimelerden meydana gelmektedir. Fakat hiçbir Fransızın, yabancıdır diye bu kelimeleri atmak ve yerlerine kelime uydurmak hayalinden bile geçmez. Ya şu muazzam İngiliz-Amerikan dünyasına ne dersiniz? İngilizce; bir yarısı Fransız, öbür yarısı Alman kelimelerden teşekkül etmiştir. Fakat İngiliz-Amerikan milleti içinde hiç kimsenin ve hiçbir zümrenin çıkıp da, bunlar yabancı diye Fransızca ve Almanca kelimeleri dillerinden atmak, akıllarından geçmez.”
Ne acıdır ki Prof.Dr. Başgil’in 1960-70’li yıllarda Türk gençliğinin başucu kitabı olan “Gençlerle Başbaşa” adlı eserini bugünkü gençlik anlayamıyor. Bunun için de bu kitap, şimdi sadeleştirilerek basılıyor.
Prof. Dr. Ayhan Songar: “Meşhur Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinin 1890 yılında yapılan baskısının önsözünde, o zamanki konuşulan Türkçede vasati 100 bin kelime bulunduğu kayıtlıdır. Yine aynı tarihte İngilizcenin de 100 bin kelimesi vardır. Bu sebeple lügatin nâşiri, İngilizce ve Türkçe, dünyanın en zengin iki dili olduğunu söylüyor ve bu dillerin lügatini basmaktan şeref duyduğunu yazıyor. O tarihten bugüne kadar bir asır geçti ve bugün için elimizde, konuşulan Türkçenin 10 bin kelimesi kalmıştır. İngilizcenin kelime hazinesi ise bir milyona yükselmiştir.” diyor.
Prof.Dr. Nuri Köstüklü de; bugün Amerika’da ilköğretim okulları ders kitaplarında 71.681, Almanya’da 70.400, Japonya’da 44.224 kelime, Türkiye’deki ders kitaplarında ortalama sadece 5.000 kelime olduğunu kaydediyor.
Meşhur Amerikalı Dil Bilimci Prof. Dr. William D. Templeman; “Analar, babalar, hocalar, mektep müdürleri; çocuklarınızın üniversitelerde başarılı olmasını istiyorsanız kelime bilgilerine dikkat ediniz, kelime bilgisi fazla olan talebelerin hayatta da başarılı oldukları, Amerika’da yapılan sayısız tecrübelerle sabittir.” demektedir.
Türk Dünyasında uydurma kelimelerin hiçbiri yok
Sovyetlerin dağılmasından sonra Türk Dünyası ile münasebetlerin artması neticesinde görüldü ki; 40-50 sene öncesine kadar Türkiye’de hiç kullanılmayan, Öztürkçeciler tarafından uydurulan “yanıt, kanıt, yapıt, sorun, olanak, koşul, öneri, ödün, öykü, doğa, sınav, gereksinim, olasılık, bellek, birey, yaşam, önlem…” gibi yüzlerce kelimenin hiçbirisi; Türkistan, Azerbaycan, Kırım-Kafkasya, Başkurdistan-Tataristan, Balkanlar-Rumeli gibi ülkelerdeki Türklerin edebî eserlerinde ve konuşma dillerinde yoktur.
Ne yazık ki, son zamanlarda memleketimize okumak için Türk dünyasından gelen öğrenciler ve Türkiye radyo-televizyonlarını dinleyenler vasıtasıyla uydurma Türkçe, başta Azerbaycan olmak üzere diğer Türk cumhuriyetlerinde de yayılıyor.
Yabancılar da şaşkın!
Güzel Türkçemizin bozularak uydurma bir hale getirilmesi, Türkologları ve Türkçe öğreten yabancıları da şaşkına çeviriyor. Mesela İstanbul’da üniversitelerde senelerce ders vermiş olan Prof.Dr. Fritz Neumark, 1960’lı yıllarda tekrar Türkiye’ye gelerek iktisat fakültesinde bir konferans veriyor. Konferansın sonunda bir asistanın sorusuna “Sorunuzu anlayamadım; zira 10 yıl önce ülkenizden ayrıldım, o dönemdeki dilinizi iyi biliyorum. Birkaç yılda değişen bir dille kalıcı bir eser vermek mümkün mü? Hangi insan, aklını peynir ekmekle yemeden, 10 yıl sonra yazdıkları kese kâğıdı yapılacaksa, ciddi eser vermeye çalışır” diyerek şaşkınlığını ifade ediyor.
Londra Üniversitesinde Türk dili Profesörü Dr. Margaret Bainbridge İstanbul’a gelip uydurukça dille karşılaşınca, Nihat Sami Banarlı’ya şöyle diyor:
“Bu işin sonu ne olacak? Sizin, büyük, tarihî eser olan güzel diliniz böyle ziyan olup gidecek mi? İngiltere’de Türkçe öğrenmek isteyen fakülte talebesine hangi Türkçeyi öğreteceğiz! Sizin hakiki Türkçeniz, bundan 40-50 sene evvel konuşulan ve yazılan Türkçedir. Bugünkü diliniz ise artık tamamıyla uydurma, güzel ve akıcı olmayan bir dil. Ne sesi, ne üslûbu kalmış, ziyan olmuş bir lisan… Kemâlini bulmuş Türkçeye nasıl kıyıyorsunuz? Bu güzel dili, kısa zamanda nasıl bu kadar mahvuperişan ettiniz? Bu, akıl alacak şey değil!”
Oxford Üniversitesi Türkçe profesörü Geoffrey Lewis, mizahî bir üslûpla adeta alay edercesine, uydurukça Türkçeyi tenkit ederek ‘Trajik Başarı – Türk Dil Reformu’ isimli çok kıymetli bir eser yazdı. Prof. Lewis diyor ki; “Türkiye, dünyada 200 devlet arasında anadilini yeterince öğretmeyen ve nesilleri birbirinden koparan tek devlettir.”
Edebiyatçı ve şair
Atilla İlhan’a; Fransa’da Türkolog
Prof. Carlier sitemle
“Delikanlı, Türkçeyi ne yaptınız?” diye soruyor. O da,
“dil devrimi yapıldığını, bu sebeple Arapça, Farsça kelimelerin atıldığını” söyleyince; Prof. Carlier
“Batı ülkeleri, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca-Latince asıllı birçok kelime, hatta kuralı aldılar, kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu-Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça-Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak bir şey yok; asıl yadırganması gereken, “özleştirme” adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesidir; Zira böyle yetiştirilen genç nesillerin, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi kurdukları Selçuklu-Osmanlı medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar..!” diyor.
Atilla İlhan şöyle devam ediyor: “Ben Osmanlıca kelimeleri kullanırım. Nasıl İngilizce öğretiliyorsa gençlik bunu da öğrensin. Bu da babasının, ecdadının dili, işte kendi dili. Ben burada da ısrarlıyım. Onlar, Latince ve Yunancayı muhafaza ettikleri için bir batılı genç asırlar öncesinde yazılmış bir kitabı rahatlıkla okuyabilmektedir. Bizse Arapça ve Farsçaya boykot ilan etmişiz. Bizim gençler elli yıl evvelini anlayamıyor. Bundan kurtulmak için okullarda Osmanlıca dersi koymak gerektir.”
Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev de “Bu ne yaman tezat. Ben Yunus Emre divanını okuyup anlıyorum ama önsözünü anlamıyorum.” diyerek uydurukçadan duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir.
Türk ilim ve fikir adamları ne dediler?
Prof.Dr. Necmettin Hacıeminoğlu: “Türk dilinin sadeleşmesi hareketi, tam bir kültür ihtilali şekline dönüşmesi, 1960 yılından itibaren başladı. Devlet organlarının böyle bir kültür yıkımına öncülük etmeleri, Türkçenin çöküşünü büsbütün hızlandırmıştır. Eğer Türk milliyetçileri, bu gidişin karşısına dikilmezlerse, en geç bir nesil sonra Türkiye’de Türk dili ile yazılmış ilim, fikir, sanat eserine rastlamak mümkün olmayacaktır.”
Prof.Dr. Faruk K. Timurtaş: “Dil meselesi bir millî müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanımızı korumakla birdir. Çünkü dil; vatan kadar, tarih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır. Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden öndedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz. Millî kültürün baş unsuru dildir.”
Prof.Dr. Mehmet Kaplan: “Komünist Rusya, Türk lehçeleri arasındaki küçük farkları kabartarak Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azerice diye, lisan ilmine aykırı beş-on dil ortaya çıkardı. Maksadı Türkler arasındaki birliği parçalamaktı. Şimdi de biz Türkiye’de millî dilimizi “öztürkçe”, “Arapça-Farsça” ve “Osmanlıca” diye ayırmaya çalışıyoruz. Dil birliği ile millî birlik arasındaki münasebeti düşünürsek bu yolun nereye varacağı kolayca anlaşılır.”
Prof. Dr. Muharrem Ergin: “Türkçeden katledilip ölüme mahkûm edilen kelimelerimiz çok iyi bilinmelidir. Çünkü onlar savaşta birer birer şehid edilen neferlerimiz gibidir. Türkçe kurtarılmadan Türkiye kurtarılamaz.”
Peyami Safa: “Bir milletin bütün zekâsı, bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun varlığıdır, müdafaasıdır, başka millet üzerindeki tesirinin en güçlü silahıdır. Bir millet toprağını kaybedebilir, dilini unutmazsa o toprağa yeniden sahip olabilir. Dilini kaybeden bir millet her şeyini kaybetmiş demektir. Yeryüzünde tek bir memleket gösterilemez ki orada gençler kazara millî kütüphanelerine girerek bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiç bir milletin tarihinde yoktur.”
Prof.Dr. Musa Tosun: “1960’lı yıllarda hızlanan ve 1970’li yıllarda azgınlaşan uydurukça dil yapanların, o yıllarda salgın hastalık veya moda “sol” düşünceleri ve “evrenselliği” savunmalarına rağmen dilde “şovenist” olmaları ve sözde “Türkçecilik” yapmaları, bunların asıl maksatlarının “arı dil” veya “dilde yenileşme, Türkleşme” olmadığı, bu kelimelere düşmanlıklarının asıl sebebinin, bunların “Kur’anî” kaynaklı olduklarındandır.” Esas maksatları ise yetişmekte olan yeni neslin, atalarının dilini anlayamaz ve onların kültürünü paylaşamaz hale getirilmesi olduğu açıktır.
Necip Fazıl Kısakürek “İdeolocya Örgüsü” kitabında diyor ki; “Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle. Sonradan zorla dile sokulan unsurlar, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da
“Türkçe” değil,
“Uydurukça”dır. Meşhur Alman mütefekkiri
Goethe; ‘Bir millete yapılabilecek en büyük manevî suikast, onun diliyle oynamaktır’; yine meşhur Fransız edip ve mütefekkir
Bossuet de ‘Sabit olmayan, her an değişen dillere, ölümsüz bir eser emanet edilemez’ demiştir. Yani uydurma dillerden büyük eser beklenemez.”
Cemil Meriç’de: “Kamus (Lügat), bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamusa…” diyor.
Milletimizin esas bekâ meselesi “millî dil”dir. Devletimiz, ders kitaplarında, radyo-televizyon programlarında, hakiki Türkçeyi yeniden yaşatmalıdır. Aksi takdirde millî birliğimizin aslî unsuru olan dilimiz kaybolacak, bundan sonra ciddi fikir adamı, edip ve şair yetişmeyecektir.