zerbaycan’ın Sabirabad Köyünde kalabalık bir pazar yerinde dolaşıyoruz. Yanımda amca oğlu Hüseyin var. İnsanlar, önlerindeki mallarını satmak için bağırış çığırış içindeler. Azeri Türkçesiyle Anadolu Türkçesi iç içe karışmış. Yaşlı bir kadın tezgahına sıraladığı incik boncuk gibi şeyleri satmaya çalışıyor. Konuşmalarına kulak kabarttım. Bu bir Ahıskalıydı!
Tezgaha doğru yöneldim, elime bir boncuk alıp Ahıska şivesiyle bunu bana kaça satacağını sordum.
“-Siz onu nedeceksiniz? Almayacağınız şeyi niye soruyorsunuz? Beni meşgul etmeyin!” diyerek bizi terslemeye kalkıştı.
Hüseyin kadına müdahale etti:
“-Hala niye öyle diyorsun? Bak bu kimse Türkiye’den geldi, misafirimizdir.” deyince kadın, gözlerini benden ayırıp Hüseyin’e yöneltti.
“-Sus, hiç Türkiye’den gelinir mi? Siz beni kandırıyorsunuz. Gidin başımdan!” dedi.
Ben hemen söze karıştım. Dedim ki:
“-Nine ben Türkiye’den geldim. İnanmazsan sana oranın diliyle söyliyeyim!” deyip, çok ince bir İstanbul ağzıyla konuşmaya devam ettim.
“-İstanbul’dan geliyorum. Sizleri çok özledim.” Derken, sözlerimi tamamlamadan kadın, parmağını bana doğru salladı, sesini yükseltti:
“-Sen lisan öğrenmişsin, Türkiye’den hiç gelinir mi?“
Benim Türkiye’de doğup büyüyen bir Ahıskalı olduğumu, onları ziyarete geldiğimi amca oğlu Hüseyin’le bayağı uğraştıktan sonra kadına anlattık. Artık bize inanamaktan başka çaresi kalmayan nine, büyük bir mahcubiyet içerisinde elindeki boncukları bana hediye etmek istedi:
“-Ne bileyim oğul… Türkiye bana göre Kafdağı’nın ardı. Oradan birilerinin geleceğini nereden bilebilirim ki…” dedi.
Oradan bir kaç adım uzaklaşmıştık ki, kadının titrek sesi beni olduğum yerde durdurdu. Geri döndüm ellerini beline koymuş, sırtını kamburlaştırmış bir vaziyette beni süzüyordu:
“Oğul, -Şimdi bizim bu veten işi ne olacak? Ben buralarda değil, vetende ölmek istiyorum!” Öylece kala kaldım. Yaşlı kadına bir vatan borcum var gibi ağır yük bindi omuzlarıma. Yutkundum. Ağzımdan şuursuzca şu laflar döküldü:
“-Hala, inşaallah vatanda yaşar, vatanda ölürüz. Olmazsa da ne gam, dilimizi konuşabildiğimiz her yer vatanımız değil mi?“
Ilgat Altun