il, kelimelerinin örgüsü içinde milletin fikirlerini, hayallerini, duygularını daha geniş manâsıyla ruhunu ve hayatını taşır. Bunu yalnız kelimelerin dış görünüşünün fikre hitabeden donmuş mânâsında aramak bir şey ifâde etmez. Ses tellerinden çıkan ihtizazın, ses mimarîsinin bir sırrı vardır ki, buna ermek lâzımdır. Asıl ruh, asırlar boyunca süzülüp gelen bu mimarîdedir. Ve millet haline gelmiş bir cemiyet bunu duyar.
Söz yalnız ses veren uzuvlardan değil, bütün bir uzviyetten doğar. İnsan, nasıl hayatını temin eden uzuvlarının sırrına erişememişse, onun mahsulü olan “söz”ün de sırrına erememiştir. Bir çocuk, tabii yollardan doğarsa yaşama şansına sâhib olarak doğar, ölürse gene tabu bir kaderin pençesinde can verir. Böyle doğan bir çocuk, uzviyet ve teşekkül itibariyle ana, baba ve atalarının mîrâsını taşır.
Bir kelime, millet ailesine katılan bir çocuktur, ihtiyaçtan gebe kalan ve tabii yollardan doğurma kaabiliyetinde olan bir uzviyetten âzası tamam ve sıhhatli olarak doğar. Dile müdâhale edilemez. Ancak milletin günlük hayatına girmeyen teknik ve müsbet ilimler sahasında o bilgi şubesinin mütehassısları dil üzerinde lüzumlu tasarruflarda bulunup onu ilim ve medeniyetin yürüyüşüne uyacak bir seviyeye yükseltirler. Bu tasarruflar da dâima dilin bünyesine uygun olarak yapılabilir.
Hiçbir dil, târihî seyri içinde safiyetini muhafaza edememiştir. Hele bu tarih, milyonlarca asır geriye götürülürse, ne şaşırtıcı manzaralarla karşılaşırız. Evvelâ belli olmayan zamanın muayyen bir devresinde ele aldığımız dil, bize mazisinden hiç bahsetmez. Kafa kâğıdına da sâhib değildir.
Lâkin belli bir cemiyete mâl olmuştur. Onun hançeresinde husûsî bir sekil almış ve devam edip gitmiştir. Bu husûsî şekil, onun benimsenmesi için en kuvvetli bir sebeptir. Benimsenir, yaşar, yaşamak kaabiliyetini kaybedince herhangi bir sebeple düşen bir yaprak gibi sessizce kaybolup gider. Ağacın hayat gücü yeni yapraklar açar. Meyveler verir.
Kelimeler, asırlar boyu mânâ genişliğine uğrar ve türlü muhitlerde türlü duygulan peşinden sürükler. Bunların sürükledikleri duygular, kelimelerin sesleri ve mimarîsi ile beraber bilinmez bir verasetle yeni nesillere intikal eder. Henüz muammalığını kaybetmeyen kromozonlar içinde yaşar.
Kısaca söylemek îcâbederse uydurma dil, milletin en aziz asaletine bir sûikasdtir. Bunu ferdler hevâ ve hevesine uyup yapabilirler. Lâkin hiçbir zaman siyasî iktidarlar, böyle bir cereyan peşinde gidemez. Teşvik edemez. O, milletin yerleşmiş, benimsenmiş dilini kullanmak zorundadır. Bunun aksi siyasî mes’ûliyetin ağırlığını da, ortadan kaldırır.
Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan