Türk Dili

Uydurma Dil Felaketi

 

Uydurma Dil Cinayeti

 

Dil, istikrâî, yani kendi iç ve öz kanunlarıyla mevcud bir müessesedir ve dışardan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.

 

Tıpkı Kâinat gibi… Esrârı ve kanunları aranır, bulunur fakat uydurulamaz. Lisan ile Kâinât’ın hiçbir farkı yoktur. Zîrâ Kâinat’ta ne varsa, karşılığı lisanda mevcud… Dil, kâitâtın planıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çidi görülmüştür ama böyle bir dâvaya evet diyeni görülmemiştir.

 

Dilin Pişmesi

 

Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle… Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalple dudak arasındaki elmas dizili nâkili (yolu) vücuda getirebilsin.

 

Sonradan da zorla bu nâkile dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrâk temeline dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrâk temeline en korkunç bir sûikasddir. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça…

 

Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur-yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili… Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz ve top yekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrîcî bir ıstıfa ile bir tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânâda cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihânet…

 

Abesler Serisinden

 

Türkçe’de meselâ “sebep”, “mevzu” gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları Arapça kelimelere karşılık, uydurulan “neden”, “konu” ta’birleri, vahşet hissi verecek kadar ibtidâî ve sathîdir.

 

Evvelâ “neden?” bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, “sebeb”in yeri ayrı…

 

Meselâ:

 

– Neden bu sebebi ileri sürüyorsunuz?

 

Derken:

 

– Neden bu nedeni?…

 

Diye mi söze başlayacağız?.. “Mevzu” ise vazetmekten geldiği için Türkçe’ye tercümesine zâhirî te’siri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş ve bayağı işlerde kullanılmak “koymak” masdarına bağlanmıştır. Halbuki “mevzu”, çuvala kömür konurcasına maddî bir “koyuş” fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerred mefhum sıkıntısını gösteren zoraki ve daima Arapça’nın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.

 

Nisbet Ekleri

 

Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nisbet edatı yerine (sel), (sal), (el) ve (al)  getirilerek Türkçe’ye mâl edilmeye çalışılan ta’birler, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsıyla alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören vesâire vesâire… gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalpten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan)ın, (bey) ve (hanım) ta’birleri önde uğradığı hezimet malûm…

 

Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.

 

Arap İşgali Yerine Gâvur İşgali

 

“Enflasyonist ekonomi, emisyon ve devalüasyon skandalları, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entelektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve laboratuvar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazıları olmuştur.”

 

Şu 45 kelimelik cümleden 6 adet “ve”yi 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçe’ye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!

 

Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat’iyetle mevcud değil demektir.

 

Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türk’ün ruh cevheridir.

 

Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapça’ya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.

 

Dönme Ağzı

 

Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, şart edatı olan “ya” kelimesine eklediği, “dahî”, da… Ya da… Türk şivesinde böyle bir ağız yoktur. Bizde şart edatı “ya”, iki kere kullanılarak kendisini belirtir:

 

– Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!

 

Veya:

 

– Ya kurtarıcını bulursun yahut gümler, şapa oturursun!

 

Fransızca’da olduğu gibi, her dilde de böyle…

 

İslâm düşmanı bir “eleştirmeci”den kalma ve daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursan Moskova’nın milletleri çürütme plânından husûsî bir madde olarak solcu ağızların edâsıdır.

 

Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işâretinden başka bir şey değil… İşâret küçük ama delâleti büyük…

 

Onların ağzıyla hüküm:

 

– Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da…

 

Şimdi kendi ağzımızla:

 

– Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz sedâsız, çürüyüp gideceğiz!

 

Teşhis ve Çare

 

Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü… Dar, basık ve ancak gözle görülür maddî hâdiseleri anlatmaya muktedir… İçinde hiçbir mücerred yok… Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün âşikâr… Dönme ve tatlı su frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet… Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açılmış bir dil… Bu dil her şeye rağmen Türk’ün, içinde doğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta…

 

Cedlerimiz İslâm’ı kabul edip Kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesini yüklendikleri an, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibâret tek ve kısa heceli, âhenksiz, sâdece yalçın madde plânına bağlı, mücerred mefhumdan yana sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fatihliğinden, onunla beraber mânâ fatihliğine geçmiştir; bunun için de maddî kılıcına eş bir mânâ kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, manevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?

 

Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik…

 

Türk, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyâzî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslâmiyet’i kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrâk etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunan ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçe’nin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini silkelemeyi tek yol kabul etmiştir.

 

Ecdâdımız aynen Batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm Medeniyeti’nden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini fedâ etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mâl etmeyi ihmâl etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsça’nın ifâde mîmârîlerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hâl, hataların en büyüğü olmuştur.

 

Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temâsa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selîm akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mîmârîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mîmârîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir “münevver” için, Osmanlıca’yı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.

 

Hatâ bundan oldu ve bu hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı top yekûn ana sermâyesinden mahrum bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte dil şahsiyetsizliği yüzünden!..

 

Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, “Lâtin” kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymetî olmayan bir yamalı bohça çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mîmârîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı… Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir ve artık bu bahiste son söz “sebep” ve “netice”nin tesbitine kalmıştır.

 

Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi “sarf ve nahiv” dünyasından ayırmak, kendi “gramer” ve hançere dehâmıza terk etmek, bütün uydurukçaları atmak. Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartıyla almak ve aynı muameleye tâbi tutmak yani Türkçeleştirmek…

 

Ölçüler

 

hil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.

 

Alman Dili’nin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan Goethe diyor ki: “Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.” Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatıyla oynamaktır.

 

Dillere dâima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar (yeni türetilen kelimeler) halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakır ve bu işi sâdece sanatkârlar yapabilir.

 

İşte, Türk Dili evvelâ müşâhede altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sâdece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz eşyâsı süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk şapkalı barbar eşyası yoğmak modası alıp yürümüş, bütün idrâk melekelerini kavurucu bir ruh yangını mânevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mânî felâket iklimi doğmuştur.

 

 

 

İlgili Gönderiler

1 / 79