arco Polo’nun, İbn Battuta’nın Clavijo’nun ve daha nice seyyahın adına övgüler düzdüğü Semerkant’ı, Edgar Allen Poe “yeryüzünün kraliçesi” olarak selamlamıştı.
Biz de Semerkant’ı şanına yakışır bir şekilde selamlamak ve görüntülemek üzere “Dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü”ne çeviriyoruz yönümüzü.
Ve yüzyıllar boyunca sahip olmak için nice insanın kan döktüğü bu şehre giriyoruz…
İlk başta beklentinin büyüklüğü oranında kaçınılmaz olan hayat kırıklığı, insanı şöyle bir yoklasa da kendini hemen ele vermeyen şehirlerden birine adım attığınızı ve Semerkant’ın ancak bir süre geçtikten sonra gizlendiği yerden çıkıp yüzünü göstereceğini anlamanız için biraz durmak ve soluklanmak gerekiyor. Hiç olmazsa Registan Meydanı’nda gün doğumunu beklemeli… Semerkant ancak bundan sonra; medreseleri, türbeleri, camileri ve geçmişin bütün pırıltıları ile belirmeye başlıyor…
İbn Battuta’nın tasvir ettiği Semerkant, dünyanın en büyük, en güzel ve kusursuz şehirlerinden biriydi: Bahçeleri sulayan su dolapları ve nehrin kıyısında akşamüstleri gezintiye çıkan Semerkant halkı… Irmağın kıyısında oturulacak peykeler, oturaklar ve yükseltiler bulunuyor… Bir de Semerkant’ın hâlâ çok ünlü olan kuru yemişlerini ve meyvelerini satan dükkânlar sıralanmış…
Aradan geçen bunca zaman hiçbir şeyi değiştirmemiş gibi. Yine Pazar yerlerinde Semerkant’ın o meşhur kuru yemişlerini ve meyvelerini bulabiliyorsunuz. Registan Meydanı’nda Timur’un, Uluğ Bey’in, Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin Ali Kuşçu’nun şahit olduğu güneşin doğuşuna bir de biz şahitlik ediyoruz sabah çaylarımızı yudumlarken…
Semerkant’ın merkezinde bugün üç medresesi ile Registan Meydanı bulunuyor. Meydandaki medreselerden tarih olarak en eski olanı bir 15. yüzyıl eseri olan Uluğ Bey Medresesi.
Adını kubbesindeki altın işlemelerden alan Tilyekâri Medresesi ile vahşi hayvan tasvirleriyle süslü Şirdar Medresesi ise 17. yüzyılda yapılmış. Tilyakâri Medresesi’nin içinde bir mescit var. Mescidin içi süslemeleriyle birlikte bir “dünya” sanki, iddiaya göre, bu mescidin içi de altın işlemelerle süslüymüş, ama Sovyetler döneminde bütün altın işlemeler sökülerek Moskova’ya taşınmış.
Ünlü “Semerkant Rönesansı”nın temel taşları olan medreselerde bugün Uluğ Bey’in torunları Özbek kültürünün otantik ürünlerini satıyorlar turistlere…
Timur’un son yıllarında inşaatıyla bizzat ilgilendiği Bibi Hanım Camii, adını Timur’un gözde eşi Saray melik Hanım’ın halk arasındaki lakabından alıyor. Bu yapı da Timur’un 1399’da Hindistan Seferi’nden dönerken yanında getirdiği duvar ve taş ustalarının hünerli elleri ve emeği üzerinde yükselmiş.
Şehrin merkezinde bulunan Emîr Timur’un türbesi Gur-Emîr aslında bir aile mezarlığı. Timur burada başta en sevdiği torunu Uluğ Bey ve oğlu Şahruh olmak üzere hanedanın diğer üyeleriyle birlikte ebedî uykusunu uyuyor.
Semerkant’ın kuzeydoğu kesiminde yer alan türbelerin bulunduğu yere “Şah-ı Zinde” deniyor. 8. yüzyılda Hazreti Peygamber’in yeğeni Kusam b. Abbas’ın bu bölgede gömülmüş olması dolayısıyla Timur ve evlatları da ölülerini bu bölgeye yaptırdıkları türbelere gömünce, şehrin en güzel mimari külliyelerinden olan “Şah-ı Zinde” ortaya çıkıyor. Bu türbeler topluluğu içinde en gösterişli olanı, Uluğ Bey’in hocası Bursalı Kadızâde-i Rûmî için yaptırdığı Musa Paşa Türbesi…
Şah-ı Zinde’den çıkarak Uluğ Bey’in yıldız tozundan ayak izlerini takip ettiğinizde, bu yol sizi ünlü Semerkant Rasatanesi’nin görkemli kalıntılarına götürüyor. Rasathanenin yanına yapılan astronomi müzesinin duvarlarını ise Uluğ Bey’in ve diğer bilim adamlarının temsili resimleri süslüyor.
Yolun karşı tarafında meşhur Efrasiyap tepesi yükseliyor. Yani eski Semerkant. Cengiz Han’ın yerle bir ettiği bu şehrin yıkıntıları arasında, tarihe yeni bir yolculuk yapıyoruz zihin dünyamızda.
Halime Toros