KültürümüzMakaleler

Osmanlı’nın Köpekleri de Asildi

T

ürk dostu Fransız yazar Claude Farrére, İstanbul’a ilk defa geldiğinde bir kedi gemilerine girer. İnsanlardan hiç kaçmaz. Daha önce İstanbul’a gelen gemicilerden biri Claude Farrére’e; “Bu Müslüman kedisidir.” der. Başlangıçta bu sözü yadırgar. Ancak şehre çıkınca kendisi de durumu yakînen görür ve hatıralarında, İstanbul sokaklarında Müslümanların kedi ve köpeklerinin yanlarına yanaşıldığında insanlardan hiç kaçmadıklarını; oysaki Müslüman olmayanların kedi – köpeklerine yaklaşınca selameti kaçmakta bulduklarını söyler.


Aşağıda Claude Farrérein İstanbul’un köpekleriyle alakalı olan bir makalesini sunuyoruz:

Türkiye’nin sokak köpekleri ilk bakışta aklınıza geleceği gibi, öyle an’anesiz, örf ve adetsiz, kanunsuz, nizamsız, anarşist bir hayat sürmez. Onların cumhuriyeti, tam aksine harikulade bir düzen içindedir. İstanbul, hür köpek nüfusuna sahipken, ben İstanbul’un pitoresk medeniyetine hayrandım.

Paris’ten biraz büyük bir hükümet merkezi olan İstanbul, yüz kadar mahalleye ayrılır. Aynı şekilde, sokak köpekleri de yüz kadar sürüye ayrılmıştır.  Bunların her biri kendi mahallesinde oturur, asla oradan çıkmaz ve başka köpeklerin de kendi mahallesine girmelerine izin vermez. Böylece cumhuriyet, sulh içinde hayatını sürdürüp gider. Her aile annesi, yavrularını rahat rahat büyütür. Ve halkın, fakir varlığından ayırıp attıklarından meydana gelen çöplükte, en iyi yeri edinme hakkını elde eder.

Evet… Doğrusu orada ziyafet, yahut öyle bol yiyecek filan yoktur, ama Türkiye’nin köpeği kanaatkârdır. Zavallı köpekler, iki meteliklik kara ekmek alacak yabancıyı büyük bir sabırla bekler. Böyle bir ikram ise bütün bir aile için efsanevî bir ziyafet olur, artık günlerce oyalanır dururlar.

İşte, bu hikâyeyi yazan ben, günün birinde, kara ekmeği alan o yabancı oldum… Çok iyi hatırlıyorum, güneşli bir gündü. Aradan yıllar geçti, bir Temmuz günüydü. Evet; 20 Temmuz 1904… Hikâyem gerçektir, görüyorsunuz ya uydurmuyorum. Vakit öyle sularıydı, Süleymaniye Camii’nin avlusuna girmek üzereydim. Burası, muhteşem İstanbul’un camilerinin en muhteşemidir. Taş duvarlarla çevrili çok geniş bir avlusu vardır.

Avluya girmek üzereydim. Yalnız da değildim: Bir dostum vardı yanımda. İkimiz de yorulmuştuk. Avlunun bir kenarında, yerde, üç büyük porfir sütun vardı. Asırların kahrını çekerek devrilmiş üç sütun… İşte bu üç sütundan birine yorgun argın oturduk.

Biraz sonra, sütunun altındaki bir delikten bir sokak köpeği çıktı. Gencecik bir dişi köpekti; sarkık ve yassı memeleri, yavrularına süt vermeyi yeni bitirdiğini gösteriyordu. Zavallının kemikleri, derisinin altından sivri sivri görünüyordu. Herhalde mahallede yiyecek pek azdı, hele yavrularını besleyen, onları koruyan bir anneye yetmiyordu. Belli ki açtı hayvan.

Dostum, köpeği çağırdı; köpek, önce bir düşündü, sonra yaklaştı. Tam o sırada bu maksatla dolaşan bir kara ekmek satıcısı geçiyordu. Çağırdım adamı ve dostum, çok, pek çok kara ekmek satın aldı. Şaşkınlıktan deliye dönen hayvan, bir anda, ayaklarının altında, kendisine bir hafta yetebilecek ekmeği buluvermişti.

Büyük bir minnettarlık hisseden köpek, sevincini ve itimadını hemen göstermek istedi. Ve bunu belirtmek için de, yeryüzündeki diğer bütün annelerin yapabileceği şeyi yaptı: Alelacele sütunun altındaki deliğine girdi ve çok geçmeden, ağzında iki minik yavruyla çıktı. Kendi yavrularıydı bunlar. Ve onları bize gayet merasimli bir şekilde takdim etti. Güzel yavrulardı. Annelerinin aksine yumuk yumuk, tombul hayvanlardı. Besbelli ki bu hal, anneye bir gurur veriyordu. Bu zayıflığın sebebini belki de yanlış anlarız diye, gözlerimizin önünde, aldığımız ekmekleri iki yavrusuna paylaştırdı, fazla kalanları bir kenara ayırdı. Yavrularından artanları da kendi yedi ki, zaten pek fazla bir şey artmamıştı. Nihayet bütün aile tekrar yuvaya çekildiler.

O zaman dostum:
Buradan ayrıldığım zaman da, dedi, buraya dönüp, bu yavrulara ve hayvanlara ekmek vereceksiniz değil mi? Söz veriyor musunuz? (Zira uzak, çok uzak bir ülkeye geri dönecekti; kardan, buzdan daha soğuk bir ülkeye…) 

Söz verdim ve sözümün tuttum. Tekrar geldim. On beş gün sonra yine aynı yerdeydim. Aynı sütuna oturdum. Etraf yine muhteşemdi. Güneş yine aynı şekilde parıldıyordu. Ama bu defa, yalnızdım, eskiden beraber olduğumuz yerde yalnızdım. Ve bana çevredeki ihtişam azalmış gibi geldi.

Sütunun altındaki delik yine duruyordu. Ama anne köpek yoktu ortada. Uzağa gitmiş olmayacağını tahmin ettim; bu arada, elimi deliğe sokup içini bir yoklamak aklıma geldi. Evet, gerçekten içeride yumuşacık tüylere dokundu elim. O zaman hayvanları göreyim diye ikisini de tuttum, dışarı çıkardım. Ağlayıp, viyakladılar.

Pek fazla çıkmadı sesleri; biraz viyaklama. Ama çok geçmeden, muhtemel bir cinayeti önlemek maksadıyla, mahallenin bütün köpekleri imdada koşmuştu. Bir anda kendimi beş yüz köpekten meydana gelmiş bir dairenin içinde buldum. Hepsi de hırlıyordu. Ama hiçbiri dişlerini göstermiyordu. Çünkü, gayet rahat, ayaklarımın dibinde duran yavrular, masumiyetimi gösteriyordu onlara. Ama ben, kendimi suçlu buldum ve baldırlarımın tehlikeyle karşı karşıya olduğunu hissettim. İşte o sırada gerçek bir tiyatro sahnesi oynanmaya başladı…

Tehlikeden haberdar edilen anne köpek, yavrularını kurtarmak için hadise yerine yetişmeye çalışıyor; en kötü ihtimali düşünerek, dili bir karış dışarıda deli gibi koşuyordu. Ama birdenbire beni gördü ve tanıdı.

O zaman en tuhaf, en harikulade sahne cereyan etmeye başladı! Bir an içinde etrafımdaki köpekler yok oluverdi. Ana köpeğin bir havlaması, onlara tehlike olmadığını ve dağılmaları gerektiğini anlatmıştı. Ve kendisi… Karnı yere dokunurcasına yere eğilmiş, ayakkabılarımı yalayarak, aşikâr bir şekilde arkadaşlarının yaptığı muamele için benden özür diliyordu. Bana nasıl yapmışlardı bunu ve yavruları, şaşkın küçükler, nasıl olmuş da beni tanımamışlardı. Olur şey değildi bu! Unutmam lazımdı bunu.

Zavallı hayvanın başını okşadıktan sonra, kara ekmek satıcısını çağırınca, birden kalktı ve çeşitli maskaralıklarla sevincini göstermeye başladı. Ama hemen ardından, analık vazifesini hatırladı ve başka hiçbir hayvan dünyasında görülmeyecek bir zekâ ve medeniyet örneği vererek, art arda iki yavrusunu dişleri arasına alarak hırsla gözlerimin önünde hırpaladı, şüphesiz onları cezalandırıyordu. Kendilerine kara ekmek alan bir insandan korkmamak gerektiğini onlara anlatıyor, bu faydalı gerçeği yavru köpeklerin kafasına sokmaya çalışıyordu. Kulaklarındaki bir-iki diş darbesi onlara iyi bir ders olacaktı.

Kaynak: Prof.Dr. Ümit Meriç-Seyyahların Aynasında İstanbul.

Claude Farrére

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242