Osmanlılar, Türk-İslâm tarihinin belki de en parlak sahnesidir. Ama bunun da arkasında yüzlerce yıllık bir Türk-İslâm an’anesi var. Osmanlılar, buna sahip çıkmışlar. Bu medeniyetin mirasçısı olmuşlar. Bu medeniyet, günümüzü inşa eden dinamikleri taşıyor. Matbaadan kâğıda, aşıdan göz ameliyatına kadar pek çok teknik, Müslümanların Avrupa’ya ve insanlığa hediyesidir. Bugün dünyanın en eski üniversitesini Müslümanlar kurmuştur. Hâlâ faaliyettedir.
Ancak bu medeniyeti insanlar üçüncü şahıslardan öğreniyor. Avrupa tarihçileri, oryantalistler uzun zaman bir İslâm-Türk-Osmanlı imajı meydana getirdi. Sadece savaşan. İlim, fen, kültür, medeniyet, adalet gibi sahalarda ismi anılmayan bir imaj bu. Şimdi artık bu tasavvur Batı’da kalmadı. Ama hâlâ Doğu’da bunların takipçileri var. Bunlar, oryantalistlerin sığ ve sübjektif tespitlerini bir ilmî gerçek olarak dile getiriyor, müdafaa ediyor. Şu halde Osmanlı’yı Osmanlı yapan âmilleri insanların doğru olarak bilmesi lazım.
İslâmiyet, zuhurunu müteakip kısa bir zamanda üç kıtaya kol saldı. Müslümanların sayısı kısa bir zamanda arttı. İslâm imparatorluğu dünyanın en zengin ve güçlü devleti oldu. İslâm İmparatorluğu’nu zirveye taşıyan en ehemmiyetli şey nedir? Sağlam ahlâk ve medeniyet prensipleridir. Bunlar, Osmanlı Devleti’nde de güçlenerek devam etti. Bu sayededir ki, Osmanlılar, tarihin en haşmetli devletlerinden olan Emevî ve Abbasî İmparatorluğu’nu bile geride bıraktı. 16. asra gelindiğinde dünyanın ve İslâm tarihinin her bakımdan en güçlü devleti oldu.
Türkler, Müslüman Olmakla neler kazandı?
Türkler, Müslüman olmakla İslâmiyet’e ve Müslümanlara çok büyük fayda sağladılar. Tabii kendileri de bundan çok istifade ettiler. Bünyesine uyan kuvvetli bir dinin, bir milleti ayakta tutup, istikbale taşıyacak en mühim âmil olduğu inkâr edilemez.
11. asır içinde, Türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç istikamette yayılma hareketinde bulunduğu biliniyor:
Bunlardan birincisi, Gazne hükümdarları emrindeki Türk boylarının, Hindistan’a olan yayılmalarıdır. Buraya Müslüman olarak gittiler. Buralara İslâm dinini ve medeniyetini de götürdüler. Bugün Hindistan ve havâlisinde 500 milyona yakın Müslüman topluluğunun bulunması, bu hareketin bir neticesidir.
İkincisi, Oğuz Türklerinin, İran üzerinden Anadolu’ya yayılmasıdır. Oğuzlar da, buraya Müslüman olarak gelmişlerdi. Bugün, aradan asırlar geçtiği halde, ancak Müslüman olarak kalışları sayesinde, yine bu topraklarda oturmaktadırlar. Bunlar bizim atalarımızdır. Osmanlıların atalarıdır.
Üçüncü istilâ hareketi, Karadeniz’in kuzeyinden, Balkanlara doğru oldu. Ancak bu Türk boyları İslâm dinine girmeden buraya gelmişlerdi. Etraflarını saran Hıristiyan devletlerin tazyiki ile kısa zamanda dinlerini, dillerini ve benliklerini unuttular. An’anelerini kaybettiler. Yabancı kavimler arasında eriyip yok oldular. Hindistan ve Anadolu’daki soydaşları gibi olamadılar. Görülüyor ki, İslâmiyet, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet olmuştur.
Türkler esasen cengâver bir milletti. İslâmiyet yardımıyla birlik ve beraberliklerini korudular. Bu dinin alevlendirdiği fetih ruhu ile güçlenip ilerlediler. Geniş topraklara hükmettiler. Gerek savaş ganimetleri, gerekse sulh ve âsâyiş ortamının geliştirdiği ticaret sayesinde dünyanın en zengin milleti oldular. Ülkelerine asırlarca servet aktı. Orta Asya’da yaşayan ve Müslüman olmayan Moğollar ise, tam tersine, medeniyet bakımından geri ve maddeten fakir kaldılar.
İslâmiyet, ırk, güzellik veya zenginliği değil, ancak takvâyı üstünlük sebebi olarak görür. Müslüman Türkler, diğerleriyle beraber yaşama kültürünü geliştirdiler. Dünyanın başka hiçbir milletinde bu hususiyet bu kadar güçlü değildir. Şimdiyi veya İttihatçıların hakim olduğu devreyi söylemiyorum. Klasik devirden bahsediyorum. Müslümanı, Yahudisi, Ermenisi, Yezidisi kendi halinde rahat bir şekilde yaşamıştır.
Sonra Türkler Bağdat ve Endülüs’te parlayan kültür ve medeniyeti ileriye taşıdılar. Sadece ilim ve fende değil, sanatta da bir başarı hikâyesi yazdılar. Asya içlerinden Akdeniz’e, Türkistan bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır’a kadar uzanan geniş sahada o devrin Türk devletlerinden kalma câmi, mescid, imâret, han, hamam, dârüşşifâ, medrese, hânekâh, türbe, künbed, şadırvan, çeşme, sebil, saray, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri, mazinin birer şahidi olarak yaşıyor.
Öteden beri bir takım meziyetleri vardı. Müslüman olduktan sonra bunları, yeni dinlerinin prensipleri ile iyice mezcederek bir milli seciye meydana getirdiler. Parlak İslâm medeniyetinin “hayrü’l-halefi” oldular. Osmanlı’ya kalan işte bu mirastır.
Osmanlılar ise, yakın tarihin upuzun altı asrına damgasını vurdu. Avrupa ile en çok teması olan İslâm devletidir. Öyle ki ecnebîler, İslâm deyince Türk’ü anlardı. “Müslüman oldu!” yerine “Türk oldu!” derlerdi. Asırlarca Batı’nın Müslümanlığa açılan penceresi Osmanlılar oldu. Bu miras, onlara cihan hâkimiyetinin yolunu açtığı gibi, bugün bile özlenen apayrı bir dünya görüşünün de temsilcisi kıldı.