ir millet, bir kültür müessesesi, hayatiyetini “nesiller” ile devam ettirir. “Nesiller” sözü, çok geniş bir kavramdır. O, bir milletin dününü, bugününü ve yanını birlikte ifade eder. “Nesiller”, birbirinden kopuk tanecikler değil, bir teşbih gibi birbirine bağlanmış yapıdadırlar. Bir zincirin halkaları, bir denizin dalgaları gibi, birbirleri ile sarmaş dolaş olmuşlardır. Her yeni nesil ile birlikte, milletler, millî kültür ve medeniyetler, millî müesseseler, kendilerini hem devam ettirirler, hem güçlendirirler, hem de yenilerler.
“Millî dil” de öyledir. O da nesilden nesle intikal ederken hem kendini korur, hem kendini geliştirir, hem de yeniler. Bir taraftan kendi iç tekâmülü ile, bir taraftan kültür temasları ile, bir taraftan ilim ve sanat kadrolarının gayretleri ile zenginleşen ve güçlenen “millî dil”, gerçekten de bir milletin “dünü” ile “yarını” arasında tam bir mânevi köprü vazifesi yapar; “millî” ve “beşerî” tecrübeleri, gelecek asırlara intikal ettirir.
Millî dil, sadece yaşayan nesillerin dili değildir. O, geçmiş ve geleceği ile bir milleti kucaklar. Onun için, milletler ve devletler, “millî dil politikalarını” sadece yaşayan nesillere göre değil, geçmiş ve geleceklerini düşünerek plânlamak zorundadırlar. Halk, “yaşayan dille” konuşur ve yazar, fakat aydınlar, hiç olmazsa kendi sahalarında “en geniş mânâsı ile millî dilini” anlamak mecburiyetindedirler.
Bir milletin “sözlüğü” en geniş mânâsı ile “millî dili” yansıtmalıdır. Milli dil de canlı bir organizma gibidir. O da içinde geliştiği zamana, mekâna uyar, o da zaman içinde yeni unsurlar geliştirir ve kazanır, onun da eskiyen, yıpranan ve yenilenen yönleri bulunur. Bütün bunlarla birlikte, millî dil, kendi hususiyetlerini, köklerini, eklerini, gramerini, cümle yapısını, zevk ve estetiğini korur.
Bunun yanında asla unutmamak gerekir ki, eskiyen, törpülenen ve yıpranan yönü ile de dil, millî bir “kültür hazinesi’dir. Dilimizin, kültürümüzün, medeniyetimizin ve kısaca milletimizin tarih ve coğrafya içindeki macerasını ifade eden belgeler durumundadır. Bir milletin, yaşayan ve konuşulan kelimeleri, o milletin “aktif kelime hazinesini” teşkil ediyorsa, bugün için konuşulmayan, yazılmayan kelimeleri de yine o milletin “pasif kelime hazinesini” temsil etmektedir.
Birinci kelime hazinesi, konuşmaya ve yazmaya yardımcı ise, ikinci kelime hazinesi anlamaya ve düşünmeye destek olmaktadır. Onun için “aydınlarımız”, ister istemez, millî dilimizin “pasif kelime hazinesine” de hiç olmazsa kendi sahalarında sahip olmak zorundadırlar. Bu sebepten, bütün yüksek dereceli okul, akademi ve fakültelerimizde bir “eski metinleri inceleme dersi” bulunmalıdır, diyoruz. Böylece, genç nesiller, kendilerinden önce yaşamış olan atalarının tecrübelerine vâris olabilirler. Bugün, “ecdat kitaplığının” durumu yürekler acısıdır ve genç nesiller, bu kitaplıklardan istifade edememektedirler.
Millî kitaplıklar “millî dili” besleyen kaynaklardır. Genç nesilleri, ne yapıp yapmalı bu kaynaklarla irtibatlandırmalıdır. Aksi halde rönesansımız gecikir. Nesilleri birbirinden, milleti geçmiş ve geleceğinden koparan bir “dil politikası”, maalesef, başarılı olduğu nisbette tehlikeli olmaktadır. Hiçbir kişi, zümre ve “kurum”, böyle bir başarı ile öğünmemelidir.
Asla unutmamak gerekir ki, “millî dilimiz”, aynı zamanda millî birliğimizin ve millî bütünlüğümüzün de ana temellerinden biridir. Türkçe’yi kendi tarih ve coğrafyası içinde, bir bütün olarak ele alacak kadrolar nerede?
S.Ahmet Arvasî