nsan kalabalıklarını “millet” yapan ve “millet olma şuuru”nu besleyen kıymetlerin başında “kültür” “toprak”, ve “ülkü birliği” gelmektedir. Kültür; bir topluluğu millet yapan din, dil, töre ve maddi kıymetlerdir. Kültür, bir toplumda kurumlaşır, dünya milletleri arasında kabul görürse “medeniyet”ler doğar.
Toprak; uğruna herşeyden aziz olan canlar feda edilmişse “vatan” olur. Ülkü birliği ise, kader birliğidir. Kader birliği etmiş, iyi günde, kötü günde, neşede ve kederde birlikte olan insanlardan oluşan bir topluluk, sıradan bir topluluk değil, bir “millet”tir.
Dil birliği, millet olmanın en önemli göstergelerinden biridir. İnsanlar ancak kelimelerle düşünürler; “dil” aracılığıyla konuşup, anlaşabilirler, bir birlik oluşturabilirler. Dil, “lafzı ve ruhu”yla hayat bulur, yaşar. Lafız, dilin “kelimeler”i, ruhu ise “millet aidiyeti”dir. Aidiyetten, milletin kıymetlerinden uzak bir dil, ruhunu kaybeder, yabancı dillerin istilasına uğrar.
Bir dil, kelimeleriyle cümle yapısıyla, güzel ve özlü sözleriyle, atasözü ve nihayet şiiri, romanı, hikayesiyle canlılığını devam ettirebilir; şairi, yazarı, hikayecisi ve romancısıyla ayakta durur, gelişir. İnsanlar dil ile düşünür, kelimelerle konuşurlar. Dil, arıduru, berrak olmadıkça, sağlıklı düşünce üretmek, eser vermek mümkün değildir.
Bugün şehirlerimizle, vakıflarımızla, gençlerimizle birlikte, dilimizi de kaybediyoruz. Toplumumuz, yarınlarımızın teminatı olan gençlerimiz, yüzelli-ikiyüz kelimeye mahkum edilmektedir. Dilimiz, yabancı kelimelerin işgali altındadır. Sadece büyükşehirlerimizde değil, en küçük kasabamızda bile bunun çok sayıda örneği görülebilir. Hatta daha ileri gidilerek iddia edilebilir ki, sadece işyerlerinin tabelalarına bakmak bile yeterli olabilir.
Televizyonlar, radyolar, gazete ve dergiler ne kadar yazık ki bu konuda gereken itinayı göstermek bir tarafa, dilimizi bozucu, daraltıcı ve yabancılaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak, dildeki bozulma ve kirlenme sadece radyolar ve televizyonlarla sınırlı kalmamakta, bizzat iktidarlar eliyle de yürütülmektedir; “yabancı dilde eğitim” yapılmaktadır.
Yabancı dilde eğitim, bilinenin aksine yalnızca Türkçe konuşmaya değil, Türkçe düşünmeye bile engel olmaktadır. Diğer ülkelerle, milletlerle ilişkilerimizin devam ettirilebilmesi, bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerin takip edilmesi ve benzeri amaçlarla yabancı dil öğrenilmelidir. Ancak bu hiçbir zaman yabancı dilde eğitime dönüşmemelidir.
Biz, Nihat Sami Banarlı’nın dediği gibi “Bir taraftan Tuna boylarından ses almış, öte yanda Afrika ülkelerine yayılmış, Kafkas dağlarından, Nil suyunun akışından Türkçe’ye sesler getirmişiz”.
Yaşanmış muhkem bir mazimiz, yaşanmamış muhayyel bir geleceğimiz var. Biz bu toprakları dilimizle fethettik. Yesevi, Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş önce “dile geldi”, bu dil nice nasihat oldu, merhamete dönüştü. Bu dil nice kahramana şevk verdi, mertlik oldu. Hazık bir hekimin dilinde gözlere nur, gönüllere sürur oldu. Nice buyruk oldu, hakanların dudaklarında emir, ferman oldu, ülkeler fethetti. Nice ninniler oldu, anaların ağzında; bebeler dinledi, büyüdü, Mehmet oldu. “Bir ahhh ile bu alemi viran etti” ve nihayet beşer ruhu üzerinde bir salatanat tesis etti.
Dil’de meydana gelebilecek bir bozulma ve yabancılaşma, öncelikle kültürümüzü miras olarak devralacak nesle faydalı olmayacaktır: Dualar, beddualar, mevlitler, alkış ve kargışlar, ninniler, türküler, toylar, baraklar, bozlaklar, ağıtlar, sanat musikisi şaheserleri … hakkıyla anlaşılamayacaktır.
Fuat Köprülü, “Türk tarihinin bütün eserleri terazinin bir kefesine, Dede Korkut hikayeleri diğer kefesine konulsa, Dede Korkut hikayeleri yine ağır gelir” demiştir. Bugüne kadar kaç Dede Korkut hikayesi okuduk?
Bugün kaç gencimiz, “Dua dua, eller karıncalanmış, Yıldızlar avuçta gök parçalanmış” tasavvurunun bilincinde olarak dua ediyor.
Kaç genç annemiz, bebeğine en güzel ninnileri söylüyor? Hangi genç annemize, annesinden kaç ninni miras kalmıştır?
Kaçımız, hangi ağıtı dinleyerek ağlayabiliyoruz? Kim, hangi tatyanı dinleyerek maziyi yad ediyor, bozlakla hüzünleniyor?
Hangimiz bir Türk musikisi şaheserinin beste ve güftesini merak ediyoruz, nağmesine kulak veriyoruz? Kaç destan okunuyor, kaç hikaye, kaç masal yazılıyor? Kaç mani biliyoruz?
En son ne zaman bir Ortaoyunu okuduk veya bir Hacivat-Karagöz oyunundaki toplumun gerçeklerini düşündük?
Bunların hepsi ancak “dil” ile mümkündür. Külütür, dil ile anlatılır, aktarılır; dil sizi hüzünlendirir, ağlatır, düşündürür veya güldürür. Dilinizi sevmiyorsanız, dilinize hakim değilseniz, yapacak hiçbir şey yoktur: Çünkü sizi hiçbirşey hüzünlendiremez, ağlatamaz, güldüremez … ve hiçbirşey sizi düşünmeye sevkedemez. Düşünmeyen fertlerden oluşan bir toplumun iradesinden bahsetmek mümkün değildir. Sağlıklı düşünemeyen insan ve toplumlar “yönetemez”, “yönetilmek” onlar için mukadder olur.
Selçuk Özdağ