ürk dilinde tasfiye, Türkiye’nin millî menfaatlerine de zarar verir. Burada Türkiye’nin zarar gören millî menfaatleri, özellikle milletlerarası münasebetleri ilgilendiren menfaatleridir. Dünyada çok az millete nasip olmuş hâliyle geniş ve uzun yaşayan bir devlet kurmakla dünya çapına yayılmış bir dil özelliği kazanan Türkçenin, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesiyle kazandığı geniş coğrafyalarda konuşulma özelliği kaybolmaktadır. Buna bağlı olarak Türkiye’nin menfaatleri de bundan zarar görmektedir.
Her devlet ve milletin hayallerinden birinin, kendi dillerinin dünyanın diğer coğrafyalarında da konuşulması isteği olduğu söylenebilir. Milletlerin ve devletlerin dillerinin dünyanın diğer coğrafyalarında konuşulan bir dil olmasını istemeleri, sadece herhangi bir sıkıntı çekmeden kendi dilini kullanarak seyahat etme gibi basit bir düşünceden kaynaklanmamaktadır. Milletlerin ve devletlerin, dillerinin yaygınlaşması niyetlerinin altında askerî, siyasî kültürel, ticari hatta emperyalist olmak üzere birçok sebep vardır.
Milletler, kendi dillerinin konuşulduğu coğrafyalara daha kolay mal satar, daha kolay siyasî nüfuz ve daha kolay kültürel empozelerde bulunabilirler. Bu sebeplerle devletler ve milletler bu kaygılardan, kendi dillerinin konuşulduğu coğrafyaları alabildiğine genişletmek isterler. Bu gibi maksatlarla da umumiyetle I. ve II. Dünya Savaşları’nın galibi devletler, hakim oldukları coğrafyalarda dillerini, zorla yerleştirmeye çalışmışlardır.
Arapça-Farsça kelimelerin tasfiyesine gidilmek suretiyle, Osmanlı döneminde, Arapça, Farsça ve Türkçeden müteşekkil Osmanlıca ile geniş coğrafyalarda konuşulan bir dil kazanılmış fakat bu tasfiye hareketleriyle, bu dilin yaygınlığı daraltılmaya çalışılmakta gibi bir görüntü verilmektedir. Türkçe olmadığı için Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiye edilmesinin manası budur ve şekilde tutumların devamıyla Türkçe hem anlam zenginliğinden hem de geniş coğrafyalarda konuşulma özelliğinden mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecektir.
Yaklaşık 1000 yıldır kullanılan ve Türk milletini Araplaştırmayan, Farslaştırmayan, asimile etmeyen bu kelimeler artık Türkçe kelimeler sayılmalıdır. Aksi takdirde, vaktiyle yapılan kemik ölçülerine göre milliyetlerin belirlendiği, ırkçı anlayışlara benzer bir dil ırkçılığı olacaktır. Yani bu çerçevede dünya üzerinde saf ve ilk hâliyle korunan ne kadar ırktan ve yine saf ve ilk hâliyle korunan ne kadar asli dilden söz edilebilir. Dünya üzerindeki dillerin neredeyse hiçbirinin saf dil olmadığı ve neredeyse her dilin diğer dillerle alış-veriş içinde bulunduğu malum iken Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesi yoluyla Türkçenin yaygınlığının kısılması, Türkiye’nin önünü kesen adımlardır.
Dünya’nın en yaygın ve hatta en zengin dili olarak ifade edilen İngilizcenin bile saf dil olmadığı, hatta yüzde doksanlara varan bir oranda kelimelerinin yabancı olduğu ortadayken, zengin kelime yapısı olan Türkçenin, zayıflaştırılmasının yanı sıra, burada bahsedilecek bir diğer tehlike, Türkiye’nin Türk dünyasıyla olan bağının koparılmasıdır. Çünkü Türk dünyası, bugünkü zorlama hatta uydurulan bazı yeni kelimeleriyle zayıflaştırılmış Türkçeyi değil Osmanlı Türkçesini konuşmaktadır.
Her uydurulan yeni kelimeyle ve her tasfiye edilen Arapça ve Farsça kelimeyle, kelime kelime Türk dünyasından uzaklaşılmaktadır. Aslında burada Türkiye’nin menfaatlerine, yeni Türkçe kelime uydurmaktan çok, planla bir şekilde hatta bazen inatla Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesi zarar vermektedir.
Aslı Osmanlı Türkçesi ile Arap ülkelerinde bile belki konuşulamaz ancak konuşulan Arapça bile anlaşılabilirken bu tasfiye hareketiyle Türk dünyasında bile anlaşılamayan bir Türkçe ortaya çıkacaktır ve çıkmıştır da. Orta Asya, Orta Doğu ve Balkanlarda bulunan herkes bunu fark edebilecektir veya en basitiyle Azerbaycan televizyonunun seyredilmesiyle Türk dünyasının kullandığı ortak dil olan Osmanlıcadan kopulması anlamında nasıl vahim bir tasfiye hareketi içinde olunduğu görülebilecektir.
Ödev – Vazife
Bu duruma, şahit olduğum bir olayı örnek olarak vermek mümkündür: Kırım-Devlet Pedagoji üniversitesinde ders verdiğim 2004-2005 eğitim döneminde, ders saatini odada beklerken bir şey sormak üzere yanıma Tatar bir öğrenci geldi. Öğrenci sorusunu sorduktan sonra dönmeye hazırlanırken ben de onlara verdiğim “ödevi” yapıp yapmadığını sordum.
Bu sorum karşısında öğrenci şaşırdı. O şaşırınca tabii olarak ben de şaşırdım. Çünkü karşımdaki öğrenci çalışkan bir öğrenci idi ve verdiğim ödevi hatırlayamayacağını hiç düşünmüyordum. O hâlde yanlış soru sorduğumu düşünmeye başlamıştım ki “Geçen hafta size ödev vermiştim ya!” diyerek soruyu tekrarladım. Öğrenci aynı şaşırmışlık içinde “Hocam geçen hafta ev vazifesi vermiştiniz.” diyerek yine bana yanlış bir şey sormuş olabileceğimi hatırlatmaya çalıştı belki de. Ancak “ev vazifesi” deyince ben hadiseyi anlamıştım.
Öğrenci, benim Türkçe olarak “ödev” dediğim kelimeyi, Osmanlı Türkçesi hâliyle “ev vazifesi” olarak biliyormuş. Bu hâliyle, bu öğrenci ile Türkiye arasındaki bağ, “ev vazifesi” veya “ödev” olarak biliyormuş. Bu hâliyle, bu öğrenci ile Türkiye arasındaki bağ, “ev vazifesi” veya “ödev” meyanında kopmuştu. Araplaşmayalım, Farslaşmayalım söylemleri bu durumda, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı olan imparatorluk lisanı olan Osmanlıcanın altını bu şekilde parça parça oymaktadır. Bu şekildeki örneklerle Araplaşmak, Farslaşmak bir yana, safha safha hâlen ağırlıklı olarak Osmanlıcayı kullanan Türk dünyasından da kopulmaktadır.
Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu