KültürümüzMakaleler

Türk’ün Kızıl Elması

K

ızıl Elma Ülküsü; Oğuz Han’dan beri eski Türklerin cihan hâkimiyeti ve “Nizam-ı âlem”e giden yolda, onları başarıya götüren en büyük sosyal bir dinamik, kolektif bir gaye, maşeri bir iman ve heyecan olmuştur.

Türkler bu sayede, en eski çağlardan beri hür yaşamış, daha İslâm dinine girmeden önce bir çok devlet ve imparatorluklar kurdukları gibi, İslâm dinine girdikten sonra da büyük devlet ve imparatorluklar kurmuşlar; dil, din, ırk bakımından farklı bir çok milleti, insanlığın hayrına, asırlarca idare etmişlerdir.

Bilindiği gibi eski Türk inancına göre üstte, nasıl bir Tek Tanrı, Gök Tanrı olduğu gibi yeryüzünde de onun bir tek temsilcisi vardı. O da Türk Hakanı idi. Bu bakımdan Türk Hakanı, yeryüzünde, Gök Tanrı’nın ilâhî hakimiyetini tesis ve “Nizam-ı âlem”i kurmakla görevli olduğu için mübarek bir varlık olarak kabul edilmiş ve onların bir damla bile olsa kanlarının akıtılmaması istenilmiştir.

Bu inanç daha sonra bütün Türkleri yakıp tutuşturan “Kızıl Elma Ülküsü”ne dönüşmüş ve cihan hâkimiyeti ve nizâm-ı âleme giden yolda ilâhî, kutsal bir fetih sembolü olmuştur. Bu manada Kızıl Elma; Türk Hakanının; cihan hakimiyetine giden yolda ufuk tanımayan fetih hareketlerinin müntehasını gösteren bir sembol, pırıl pırıl ışık saçan ve kendisine yaklaşıldıkça uzaklaşan bir “altın top” tur.

Bu ışık demeti, yani altın topun nerede asılı olduğunu ancak Türk Hakanı bilir ve ordusunu o yöne sevkederdi. Bu ilâhî duygunun ilk temsilcisi Oğuz Han’dır. O yeryüzünde böyle bir hakimiyetin gerçekleşmesi için ilk defa koca bir cihan imparatorluğu kurmuş, Türk’ün töresini koymuş ve böylece Kızıl Elma Ülküsü’nün temellerini de atmış aynı zamanda ilk Kağanı’dır.

İ’lay-ı Kelimetullah

Türkler Müslüman olduktan sonra onlardaki bu Kızıl Elma Ülküsü; İslâm’ın “İ’lay-ı Kelimetullah”

–Allah’ın dinini her iklimde ve her kesim insan arasında yüce ve aziz kılma – tutkusu ile birleşmiş ve İslâm’ın ilâhî hakikatini tesis etmede sınır tanımayan bir güç, bir iman coşkusu olmuştur. Bu sâyede Orta-Doğu ve hilâfet ülkeleri, bütün insanlık tarihinde en mutlu, en bereketli, emniyet ve huzur içinde bir devir yaşamışlardır. Bu bakımdan ünlü Türk sultanlarının her birinin bir Kızıl Elma ülküsü, bir fetih maksadı vardı.

Gazneli Mahmud’un Kızıl Elma ülküsü Hindistan’ın ele geçirilmesi ve İslâm dininin bu topraklarda yayılması, Selçukluların özellikle Sultan Melikşah’ın Kızıl Elması; Anadolu yaylaları ve Akdeniz’in mavi kıyılarına kadar uzanan koca bir Orta-Asya, Osmanlı sultanlarının Kızıl Elması ise İslâm da dahil bütün semâvî dinlerin mukaddes bildiği kutsal şehirler bu arada İstanbul ve Roma’yı da içine alan ve Viyana’ya kadar Orta Avrupa da dahil İslâm namına koca bir cihan imparatorluğu kurmaktı.

Hele hele İstanbul ve Roma’nın fethi, Osman Gazi’den itibaren bütün Osmanlı sultanları, özellikle Roma’nın ele geçirilmesi Yıldırım Bayezid ve Fatih sultan Mehmed Han’ı yakıp tutuşturan çok büyük bir Kızıl Elma Ülküsü olmuştur.

Müjdeci Hadisler

Diğer taraftan ne ilginçtir ki Peygamber Efendimiz de Mekke’de, dinin devlet ve şeriatının insanlığı mutluluğa götüren ilâhî bir yol olması için nübüvvetinin daha ilk yıllarında ufuklara bakmış, İslâm’ın Orta-Avrupa’ya giden yolunun açılması için Anadolu’ya nazar etmiş, İstanbul’u ümmetine kutsal bir hedef olarak göstermiş ve Roma’nın onlar tarafından ele geçirilmesini istemiştir. Bu bâbda bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bundan sonraki açıklamalarımızda Peygamber Efendimiz’in hadislerine göre Roma’nın fethi ve bu hadislerin Osmanlı sultanlarının Kızıl Elma Ülküsü açısından gerçek manada; derli toplu bir değerlendirilmesi yapılacaktır:

Amr b. Avf’dan rivayet edildiğine göre Hazreti Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Allah müminlerin (ordusu)na İstanbul ve Roma’yı tesbih ve tekbir sesleri ile fethini nasip etmedikçe kıyamet kopmayacaktır”.[1]

Abdullah el-Müzenî’den rivâyet edildiğine göre Hazreti Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Sizler şüphesiz Beni Asfar (Rumlar)la çarpışacaksınız. Ne var ki; onlarla önce sizler çarpışırsınız. Sizden sonra müminlerden bir ordu gelir ve onlarla asıl onlar çarpışır. Onlarla harp eden bu müminler öyle insanlardır ki onlar Allah yolunda cihâd ederler, Allah yolunda yürümekten ne bir kınayanın kınamasından ne de ileri geri konuşmasından (tehdit etmeleri) hiç çekinmezler. En sonunda onlar İstanbul ve Roma’yı tesbih ve tekbir getirerek fethederler.”[2]

Abdurrahman b. Sünne’den rivâyet edildiğine göre Hazreti Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki (bir zaman gelir) iman, yılanın kavuğuna çekildiği gibi şu iki mescide (Mekke ve Medine) çekilir. Daha sonra (müminler ordusu) Rum topraklarına dalarlar… En sonunda Herakle’nin şehrine gelirler… Sonra orasını tekbir sesleri ile fethederler, sonra Roma’ya yürürler ve orasını da tekbir sesleri ile ele geçirirler.”[3]

Abdullah b. Amr b. El-As’dan rivâyet edildiğine göre Hazreti Peygamber şöyle demiştir: “İstanbul fethedilir. Sonra Roma’ya sefer edersiniz, Allah orasının fethini de size nasip eder.”[4]

Abdullah b. Amr şöyle rivâyet etmiştir: “Biz bir defasında Hazreti Peygamberin huzurunda (hadisleri) yazıyorduk. Bu sırada; iki şehirden hangisi önce fethedilecektir, İstanbul mu, Roma mı?” Diye soruldu. O şöyle demiştir: “Roma mı? Hayır. İlk önce Herakle’nin şehri (İstanbul) fethedilecektir.”[5]

Kızıl Elma

İstanbul’u fetheden ve büyük bir ihtişamla Ayasofya Camiine gelen ve burada bütün yer ve gök ehli ile birlikte Ayasofya’nın büyük kubbesi altında saf saf namaz kılan cihad erleri, daha sonra Türk’ün Kızıl Elması’nın bir ilâhi nur topu gibi ışıl ışıl Roma’ya kaydığı ve Seint Pier kilisesinin mihrabının önünde asılı olduğunu duymuşlardır. O halde yeni hedef Roma’yı ele geçirmek ve Seint Pier kilisesinin mihrabında, parlayıp duran Kızıl Elma’ya ulaşmaktır.

Zira Osmanlı Kızıl Elma ananesine göre bir Kızıl Elma hedefi ele geçirilince sultanların orduya hemen yeni bir Kızıl Elma hedefi göstermeleri gerekirdi. Osmanlı cihad erleri derhal bu beklenti içine girerler ve bir ilâhî tekbir uğultusu hâlinde şöyle derlerdi:

“Heman bize düşman göstersünler, dal kılınç olup düşman ordusuna dalarız, harbederiz ve kralın tahtını başına geçirip Kızıl Elma’ya dek gideriz!”[6]

Cihan hakimiyetine giden yolda Seint Pier kilisesinden sonra Paris’teki Notr Dam Katedrali görünüyordu. Bu bakımdan Hazreti Peygamber’in Müslümanlara mukaddes bir hedef olarak gösterdiği Roma’nın ele geçirilmesi, Osmanlı Sultanları’nın Roma Kızıl Elması ülküsü ile daha ilk devirlerde birleşmiş oluyordu. Zira Kosova meydan muharebesinde Murad Han’ın Sırp ordusunun birkaç saat içinde işini bitirdiği ve koca Sırbistan topraklarının Osmanlı akıncılarının önüne bir çarşaf gibi serildiği zaman (1389) Osmanlı dalkılınçlarına yeni hedef olarak “Engerus Kızıl Elması” (Roma) gösterilmişti.

Saint Pier’in Mihrabında

Murad Han; harp meydanlarında şehid olmak için bir önceki gece, sabahlara kadar Allah’a yalvaran bu cihâd eri, bir Sırp’ın indirdiği uğursuz bir hançer darbesi ile Yüce Mevlasına kavuşmuş bulunuyordu. Onun yerine oğlu, akıncı ruhunun yeni temsilcisi Yıldırım Bayezid Han geçmişti. Yeni Osmanlı Sultanı, kendisini tebrik için gelen Venedik, Ceneviz ve Roma elçilerini Edirne sarayında huzuruna kabul etmiş ve onlara şöyle demiştir:

“Roma’ya kadar gidip Saint Pier kilisesinin mihrabında atıma yem vereceğim!”

Yıldırım Bayezid Han böyle demekle bizatihi Hazreti Peygamber’in Roma’nın fethi hedefine sahip çıkmış ve bir Kızıl Elma ülküsü ve onun nurlu aydınlığında Hazreti Peygamberle kucaklaşmış oluyordu. Fakat Roma’ya doğru giden yolda İstanbul vardı, asıl oranın alınması gerekiyordu. Bu bakımdan derhal İstanbul kuşatılmıştı. Ne var ki fethin çok yakında kendisine nasip olacağını söyleyen başvezirine, fetihte ufuk tanımayan bu dinamik Osmanlı Sultanı şöyle diyecektir;

“Lala! Benim asıl arzum Roma’yı fethetmek ve Saint Pier Kilisesi’nin kubbesi altına atıma yem vermektir.”

Fatih Sultan Mehmed Han’ın Filosu Roma Yolunda

Yıldırım Beyazıd Han’ın bu arzusunun tahakkuku için Balkanların ele geçirilmesi ve Roma’nın olgun bir meyve gibi dalından koparılacak bir hâle gelmesi gerekiyordu. Genç Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed Han bütün bu sosyal ve siyâsî şartları hazırladıktan sonra buna karar vermiş ve Gedik Ahmed Paşa komutasında yüz gemiden oluşan bir Osmanlı filosunu İtalya’ya sevketmiştir. Bu onun İstanbul’un fethedileceğini müjdeleyen Hazreti Peygamber’e karşı bir minnet ve büyük ceddi Yıldırım Bayezid Han’a karşı ise bir şükran borcu idi.

Osmanlı levendleri yeni Kızıl Elma gereği ve bu ulu fethe bir başlangıç olmak üzere hem de bir Cuma günü İtalya’nın güneyinde çok önemli ve stratejik bir bölge olan Otranto şehrine çıkmışlar ve bütün o çevreyi ele geçirmişlerdir (1480). Zahirde Napoli krallığına karşı açılan bu seferin hakiki hedefi “Rim Papa” yani  “Roma Kızıl Elması” idi. Zira Bizans’ı ele geçiren Osmanlı Sultanı;  hem Doğu Roma’nın vârisi ve hem de İslâm gaza ve cihadının en büyük mümessili olması sıfatıyla Batı Roma üzerinde tarihi ve hukukî haklar iddia edebilecek bir vaziyette idi.[7]

Ne var ki Fatih’in bu gerçekleştirmek üzere açtığı seferin başlangıcında zehirlenerek öldürülmesi bu büyük hareketi akamete uğratmış ve ölüm haberi, Roma’ya ulaştığında, bütün Avrupa ayağa kalkmış ve Papalık makamının emriyle bütün kiliselerde günlerce şükür ayinleri icra edilmiştir. Burada aklımıza bir soru gelmektedir. O da, bundan sonra Roma’nın fethi ne olacaktı? Bu soruya Hoca Saadettin Efendi şu hikmetli cevabı vermektedir: “Ama kaza ve kader yazısında bu maksadın gerçekleşmesi yazılmadığından ve o ülkenin fethi takdir buyrulmadığından, bu iş yürümedi ve tasarlanan şekilde yüz göstermedi.”[8]



[1] ed-Deylemi, Ebu şuca’ el-Firdevs, Beyrut, 1986, No:7524, Gümüşhanevi, Râmuz el-Ehâdis, İstanbul 1982, II,  Bilmen, Ö.N. Suretu’l-Fetihin Türkçe Tefsiri, İstanbul, 1953, s. 311.

[2]  et-Taberânî, VII, s. 22.

[3]  el-Fiten, s.339, no: 1270.

[4]  el-Fiten, s.327, no: 1236.

[5] Hakim en-Neysâburî, el-Müstedrek, Tah. M.A. Ata, Beyrut, 1990, IV, s. 553, Ahmed b.Hanbel, II, s. 176, ed-Dârimi, I, s. 126, İbn Ebi Şeybe, V, s. 324, el-Fiten, s. 331, no: 1242, Krş. Havva, Said, a.g.e., IX, s. 200.

[6]  Pakalın, M.Z., Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1971, II, s. 278.

[7] Hoca Sadettin Efendi, Tâcû’t-Tevârih, Hzr. İ.Parmaksızoğlu, İstanbul, 1992; III s. 165.

[8] Hoca Sadettin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, III, s. 166.

 

Kaynak: Tarih ve Medeniyet

Prof.Dr. Zekeriya Kitapçı

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242