E
y iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda cihad eder ve bu hususta kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vasi ve alimdir.
İhsanı bol ve her şeyi hakkıyla bilen Allahü Teâlâ Hazretleri, Orta Asya’dan bir çığ gibi kopup gelen fırtına, kasırga, tufan vari bir kavmi kendi yoluna memur kıldı… İslam, bu kavmi yoğurarak, Ona verdiği yeni bir “Ruh” ve şekille yepyeni bir millet olarak tarih sahnesine çıkarıp, Onu asırlarca “Sultan millet” mevkiine oturttu. İslam, bu kavmi Türk yapan, şeriki olmayan yegâne âmildir…
Verilen bu memuriyet ve mesuliyet mucibince, tarih boyunca dünyanın gördüğü en büyük mâna ve madde devletine dayanak teşkil edecek, kıtalar arası tarihî hesaplaşmaların muharebe meydanı Anadolu, Türk’ün vatanı oldu.
Böylece “hilal ile salib” arası bu tampon bölgede, İslamın hâmisi, hadimi, kılıcı, kalkanı, zırhı olmanın temsil makamına erdi. Gün geldi, hilâlin temsilcisi olarak “ehl-i salibi” çiğnedi ve gün geldi, yine hilalin temsilcisi olarak ehl-i salîbe çiğnendi.
Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar bu böyle sürüp gitti ve Osmanlı Devletinin İslam’ın temsilcisi olma mesul ve memuriyeti devam etti. “Bir biz vardık cihanda, bir de küffar”. Osmanlı Devleti haricinde dünyada “İslam Devleti” denilebilecek herhangi bir devlet yoktu.
Osmanlı Devleti dışında kalan Müslümanların hemen tamamı başta İngiltere ve Rusya olmak üzere emperyalist devletlerin esareti altındaydı. Buna rağmen onlar da gönülden Osmanlı Devletine bağlıydılar. Dolayısıyla Osmanlı sadece hükümranlık sahasındaki Müslümanların değil, dünyadaki bütün Müslümanların temsil makamındaydı ve hamiliğine memur ve mecburdu.
Mekke Müslümanların kalbi, İstanbul da kafası gibiydi… Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devletinin tasfiyesiyle birlikte içimizdeki ve dışımızdaki bütün Müslümanların bağlı bulunduğu ruh ve akıl merkezi tasfiye edilmiş oldu…
Müslümanlar 1400 yıldır böylesi bir duruma duçar olmamış, ilk defa devletsiz kalmışlardı… Ailede babanın vazifesi neyse, İslâm âleminde Osmanlı Devletinin vazifesi de oydu. Evin idaresinden baba mesuldür. Düşünülmesi, bilinmesi, yapılması, çözülmesi gereken her ne varsa babanın vazifesidir. Aile efradı, babanın tecrübesinden, bilgeliğinden ve mesuliyet şuurundan emin oldukları için, babanın işine karışmazlar; sadece kendilerine tevdi edilen görevi yapar, ötesini düşünmezler. Babanın gölgesinde meydana gelen bu “tefekkür tembelliği”, baba hayatta olduğu müddetçe bir şekilde izâle edilebilir fakat babanın yokluğunda aile efradı ciddi sıkıntılarla karşılaşır. Her şeyi kendi kendine bilmek, öğrenmek, anlamak, yapmak durumunda kalır…
Osmanlı Devleti Baba İdi
Osmanlı Devleti, İslam ailesinin babası gibiydi; her şeyden O mesul, her şeye O mecbur ve mahkûmdu. Hafızaydı, tecrübeydi, bilgeydi, kâbiliyetti, birlikti…
O’nun tasfiyesi, bütün bunlarla birlikte daha birçok şeyin tasfiyesine sebep oldu… Osmanlı Devleti İslam âleminde “her şeyi tutan bir ŞEY” gibiydi. O kopunca, tuttuğu “HER ŞEY” de birbiri ardınca zincirleme sapır sapır dökülmeye başladı… Osmanlı Devletinin tasfiyesiyle birlikte bütün bir İslam alemi tamamen emperyalistlerin sömürgesi haline geldi. Anadolu’da İslam gayretiyle son bir çırpınışla kazanılan zafer de, tersine çevrilerek, İslâm’ı Anadolu’dan da tasfiye haline dönüştürülmüş ve Türk Milleti, asırlardır hükümran olduğu vatan parçasında hükümranlık hakkı Batıcılar tarafından gasp edilmiş olarak, kendi “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” durumuna düşürülmüştü…
Elbette Osmanlının tasfiyesi, başlamış bir sürecin kaçınılmaz bir neticesiydi. Bu süreç, tutunmakla yaklaşık bin yıl boyunca Türk’ü İslam aleminin temsilcisi makamına oturtan “ruh kökünden” sapmalarla başladı ve bu kökten kopmakla sonlandı.
Babadaki bozulmasının aile efradına tesir etmesine benzer, Türk’te bozulan her şey, O’ndan kopartılan her parçaya da ister istemez sirayet etti. O dönemki şartlar altında, bu gidişata dur diyebilecek ve aileyi kurtarabilecek aile efradından bir kahramanın çıkmasının da imkanı yoktu…
Bayrak Düştüğü Yerden Kalkar
Bayrak, Türkiye’de düşünce bütün bir İslam âleminde de düştü, bu bayrağın tekrar Türkiye’den kaldırılması da bütün İslam âleminde kalkmasına sebep olacaktır. Doksanlı yıllarda uzun süre yurtdışında kaldım; dünyanın dört bir yanından bazı cemaat liderleri de dahil olmak üzere yüzlerce lisansüstü eğitim yapan Müslümandan, “Ne zaman geleceksiniz? Sizi bekliyoruz! Bayrak sizde düştü, bütün İslam âleminde düştü. Bayrak düştüğü yerden kalkar, mesulsünüz, mecbursunuz” türünden sözleri defalarca duydum.
2006 yılında bir Arap üniversitesindeki öğretim üyesi “Biz asırlardır idari işlerden uzak kaldık. Bu işi Türkler daha iyi yapıyor. İdari işleri Türklere bırakalım, biz de üzerimize ne düşüyorsa onu yapalım” demişti…
Türkiye geçmişte olduğu gibi, bugün de, bütün mazlumların “ikinci adresi”, “ana kucağı”, “baba ocağı” olmuştur. Ve olmaya da devam edecektir… Bugünkü gelinen noktada, İslam alemine “Kim var?” diye bir soru yöneltilse, büyük ekseriyet -sağına ve soluna bakmadan “Türkiye var!” ve “Türkiye’nin olmadığı yerde kimse yoktur!” cevabını verecektir.
Diğer taraftan Türkiye de aynı soruya tarihten gelen mesuliyet şuuruyla, “Ben varım!” ve “Benim olmadığı yerde kimse yoktur!” cevabını vermeye mecbur ve mahkumdur. Türkiye, tarihi mesuliyet ve bugünkü şartların doğurduğu mecburiyet altında “olmak” yahut “ölmekten” başka bir alternatife sahip değildir. Hayatla ölüm arası “komalık” bir “nebati hayat” Türkiye’nin asla tercihi olamaz. Ya “olup” âleme sultan olacak, ya bu yolda “ölüp” âlem ruhuna rahmet okuyacak…
Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle:
Türk milleti, bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya, yahut olamayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvi ve çetin bir nasibe mazhardır; ve bu şanlı nasibin sert hükmünde, Türk milleti için, aslanın maiyetindeki karakulaklardan (tilki, çakal, sırtlan vesaire) biri olmaya mahsus, ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat aslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; birinci halde karakulaklar onun sığıntısı, ikinci halde de, o, karakulakların maskarası diye yaşayacaktır.
…Ve bu aslan uzun süren uykusundan uyandı ve ayağa kalktı.
Prof. Dr. Veysel ASLANTAŞ