B
izler, ne kadar ‘redd-i miras’ta bulunsak ve inkâr etsek de; Osmanlı, bizim ecdadımızdır. Yani biz Osmanlının torunlarıyız. Bir kısım haramzade, bu iddiada bulunuyor diye, bu yalanı kabul edemeyiz.
İçeride ve dışarıda; neden, Osmanlının bu kadar çok düşmanı var; hiç düşündünüz mü? Bu hâl, dünyanın gerçeği ve belki de kuralıdır. Nitekim, dünya, kuruldu kurulalı çoğunluk, hep Hakk’ın ve haklının karşısında olagelmiştir.
En doğru insanlar; Hakk’ın emirlerini getiren ve adaleti sağlayan Peygamberler (aleyhimüsselam) değil miydi? İnsanların çoğu, gerçeğe kulaklarını tıkayıp, bunlara cephe almadı mı?
Cibilliyeti düzgün olan, veliyyi nimeti inkâr eder mi? Ayrıcı, Osmanlıyı inkâr edebilmek için, nankör olmak lazımdır. Hayat ve mematımızı onlara borçluyuz. Onlar olmasa idi, hem yaşayamayacak ve hem de bu topraklara sahip olamayacaktık. Dinimizi bile onlara borçluyuz.
Bütün bunlara karşı biz; Osmanlı hanedanını (çoluk-çocuk, kadın, yaşlı demeden, usul ve furu’u ile) bir gecede ‘vatan haini’ ilan edip, ülkeden kovduk! Bir an olsun düşünmedik; herkes vatan haini olabilir ama; vatanın sahibi olan (!) kişi ve kişiler asla vatan haini olamazlar. Aksi halde, varlığını inkâr etmiş olur ki, bu da, aklen mümkün değildir. Yani, Memalik-i şahane’nin sahibi konumunda olanların ‘hain’ olmaları için deli olmaları gerekir!
Osmanlı hanedanı mensupları, tıpkı Rusya’daki gibi Çar ailesine reva görülen, topluca kurşuna dizilselerdi; zulmün bir derecesi olarak algılanabilirdi. Ama, onlara reva görülen yurt dışı sürgün zulmünün tarifi imkânsızdır.
Çil yavrusu gibi dünyanın muhtelif ülkelerine dağıldılar. Öylesine fakr-u zaruret içinde bir hayata düçar oldular ki; halife-sultan olacak kişi, Paris’te ‘gavur mezarlığında’ bekçiliğe mecbur kaldı! Bir diğeri; 400 sene atının üzengisini tutmanın intikamını alırcasına; Arnavutluk Kralı Zozo’nun yaverliğine reva görüldü!
Merhum Adnan Menderes, bu ailenin yalnızca kadınları için; 1952 yılında yurda dönebilmelerine imkân tanıdı. Erkekleri ise, 1974 yılını bekledi. Artık, öyle oldu ki, aile fertleri bir araya gelse de; lisanen anlaşabilmelerine imkân yoktu. Zira kimisi Arapça, kimisi İngilizce, kimisi Fransızca, kimisi bilmem nece konuşuyor ve ancak yaşlıları, zor da olsa Türkçe konuşabiliyorlardı!
Vaktiyle; bir tanesi ile tanışmak ve sohbet etmek imkânım olmuştu (Baltalimanlı): Benim iki kızım oldu; onları okuttum ve şimdi, Brüksel’de uluslararası bir kuruluşta üst düzey bürokratlık yapmaktalar. Baba olarak; kendi kültürümden onlara verebildiğim tek şey; onları ‘gâvur’la evlendirmeyip, mürted olmalarını engellemekten ibarettir! Hâlâ ikisi de bekârdır!
Osmanlının güneşi, ta geçen asrın başlarında söndü. Değirmen gitmiş; gürültüsünü arayanlar yok mu? Elbette var! Gürültünün hayal olduğunu bilmelerine rağmen; içerideki ve dışarıdaki mahut çevreler hâlâ Osmanlı düşmanlığını diri tutuyorlar.
Bizlerin, Kamusluk çapta yazıp-söyleyip anlatamadıklarımızı; İsrail Cumhurbaşkanı Chaim Weizman bir cümle ile özetliyor:
“Biz Yahudiler, 20. Yüzyılda, Orta-Doğu’da yıkılmaz denen Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp iki devlet kurduk! Onlara, öyle güzel bir sistem inşa ettik ki, Türkler, bize Filistin’i vermeyen Abdülhamid’e 200 sene daha söverler!”
Biz de diyoruz ki: Sövün! Sövün babalarınıza! Bakalım, anneleriniz daha ne kadar dayanacak?!.