atılı devletlerin yıllar öncesinden başlattıkları dışardan üflemeleriyle Arnavutlar, içerde oynamaya başladılar. Himaye ve koruması altında bulundukları Osmanlı Devletine karşı -maalesef- ayaklandılar…
Bu başlık bana, senelerce evvel, rahmetli hocam Yusuf Kurtiş‘le yaptığım bir konuşmayı hatırlattı. Kendisi aslen Arnavut olup, Ohri medresesinden mezundu. Çok yönlü biriydi. Hafız, icâzet sahibi, dersiâm, fakih ve imamdı. Başta Türkçe olmak üzere Arapça, Farsça, İngilizce, Arnavutça, Sırpça ve İtalyanca bilirdi. Klasik tâbirle yed-i tûla * sahibi bir Osmanlı âlimi, tam bir Osmanlı yani İstanbul efendisi idi. Osmanlı olmakla her zaman öğünür, Osmanlılıktan sitâyişle bahsederdi.
Niçin Türkiye?
Bir konuşmamızda Ohri’yi neden terk edip Türkiye’ye geldiğini sormuştum. Keşke sormaz olaydım! Hemen yüzündeki ifade hüzünlü bir hâl aldı. Gözleri derinlere daldı. Sesi hazin ve titrek bir şekilde:
“Derdimi deştin oğlum, insan hiç, kolay kolay vatanından geçer mi? Her şeyini arkada bırakır mı? Hiç dönmemek üzere, ata yurdundan ayrılır mı?” diye soruma soruyla verdiği cevapları bir bir sıralarken merakım da ziyâdeleşmişti. Çıt çıkmıyordu aramızda. Gözleri nemlenmişti… Dokunsam ağlayacaktı. Halbuki, onu ne kadar da metin bilirdim. Gözlerini sabit bir noktaya dikti. Sanki bir şeyden okurcasına:
“Oğlum, Arnavutlar, İslam olmadan önce çeşitli vesîlelerle Osmanlılarla işbirliği yapmışlardır. Mesela Osmanlı-Venedik mücadelesinde, Arnavut beyleri Osmanlıların yanında yer aldı. Bu arada, Türk birlikleri bölgeye akın üstüne akın yapıyorlardı. Bunun sonucu Yıldırım Bayezid zamanında, Osmanlı yönetimine girmiş olduk.
Bunu Arnavutluk’a Türk halkının yerleştirilmesi takip etti. Arnavut prensleri, zamanla İslam dinini benimsediler. Ondördüncü yüzyılın sonlarında Arnavutların çoğu artık Müslüman’dı.”
Hocam biraz durdu, derin bir nefes aldı. Nispeten sakinleşti. Uzak mâziden güne doğru pupa yelken yol almakta, geçmişin kısa bir panoramasını görürcesine, yaşamışçasına çizmekteydi:
“Derken, Osmanlı Devleti 1417’de Arnavut sancağını kurmasıyla, Arnavutluk, Osmanlı fethinden sonra, beş asır, Avrupa’da İslam’ın yayılmasında, bir merkez rolü oynayacaktı. Nitekim birçok Müslüman Arnavut, Osmanlı ordusunda hizmet görmüş, Osmanlı yönetiminde önemli görevler üstlenmiştir. Böylece aradan yıllar değil, asırlar geçti ve giderek 1912’lere gelindi.”
Hocam yorulmuştu. Yine soluklanmak ihtiyacını hissetti ve sonra:
“Oğlum, gelindi gelinmesine ama Batılı devletlerin yıllar öncesinden başlattıkları, dışardan üflemeleriyle Arnavutlar, içerde oynamaya başladılar. Himaye ve koruması altında bulundukları Osmanlı Devletine karşı -maalesef- ayaklandılar. Avrupa’nın oyunları sonucu, diğer Balkan ülkeleriyle birlikte 1912’de Osmanlı Devleti’nden ayrıldılar.”
Nereden Nereye?
Başını kaldıran hocamın kaşları çatılmıştı: “Ayrıldı da n’oldu? Balkan Ülkeleri Birliği’nin saldırılarına uğradı! Hıristiyan Balkan orduları, Arnavut Müslümanlarını Hıristiyan olmakla, ölüm arasında bir tercih yapmaya zorladılar. Onbinlercesini Hıristiyan olmadıklarından öldürdüler.
Londra Konferansı’nda Osmanlı Devleti’nin Arnavutluk üzerindeki egemenlik hakları kaldırıldı! Batı güdümünde olmanın ilk mükâfatı olarak Batı, Arnavutlara verilecek yerleri küçülttükçe küçülttü (1913)… Ülkede anlaşmazlık ve çarpışmalar başladı. Bu kaos hâli, Birinci Dünya Savaşı boyunca sürüp gitti. Ancak, Paris Barış Konferansı iledir ki, daha önce kabul edilen Arnavutluk sınırları tanınmış oldu (1921).
Yine de Arnavutluk, 1925’in başlarında Cumhuriyetin ilan edilmesine kadar tam bir karışıklık devri yaşadı. 1928’de toplanan kurultay ise, anayasayı değiştirerek krallığı kabul etti.”
Osmanlı’ya Kalkan El İflah Olmaz!
Mâzide yaptığı yolculuktan, bir an için sıyrılan hocam, gözlerini gözlerime dikti ve elini elimin üstüne koyarak, pür-dikkat olmamı sağladıktan sonra: “Velhasıl, Osmanlı’ya kalkan el iflah olmadı! (Ellerimi sıkarak:) Evet oğlum dedi, Osmanlının hukûken devamı olan bu devlete kalkan el de, iflah olmaz! Er geç bir belâya giriftâr olur. İşte biz Arnavutlar, baş kaldırmakla, neler umduk, sonuçta ihanette birlik olduklarımızın ihanetine uğradık… İlâhî ceza yönünden ne ihmâl edildik, ne de imhâl… Herkese ders-i ibret olmalı bu hâl… Heyhat, artık eski durum muhâl!”
Hocam duygulanmış ve şairlik vasfı harekete geçerek, düşüncelerini şiirimsi ifadelerle süslemişti: “Sanki Osmanlı’nın bedduasına uğramıştık… Felaketler birbirini kovalıyordu… Nitekim 1939’da faşist İtalyan orduları Arnavutluk’a girdi. Ve bu işgal 29 Kasım 1944’e kadar devam etti.
1943’te Arnavutluk, bu sefer de Almanların eline geçti.
“Basra Harâb Olduktan Sonra…”
Çünkü Arnavutluk, Osmanlı’ya başkaldırdığı o uğursuz günden beri, sahipsiz ve hâmisiz kalmıştı. Aklımız başımıza gelmişti ama ‘Ba’de harâbü’l-Basra’… Sonunda olan olmuş, işgalin sona ermesinden (29 Kasım 1944) hemen sonra Enver Hoca liderliğinde komünist ‘Halk Cumhuriyeti’ kurulmuştu!
Komünist diktatörlüğün kurulduğu ilk yıllarda binlerce insan İtalya’yla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle idam edildi! Altmışlı yılların sonuna kadar iki bin küsur câmi ve kilisenin kapısına kilit vuruldu! Müftülük ilga edildi! Dinî görevlerin yerine getirilmesi yasaklandı! Lider ve önder konumundaki -onların tabiriyle- bütün ‘Tutucular’ ortadan kaldırıldı!”
Son Sığınak Yine Osmanlı Türk’ü…
Gözlerindeki yaşların -istemese de- yanaklarından aşağı doğru süzülmesine artık mâni olamıyordu. Bir süre sessizce ağladı. Odayı derin bir sessizlik kapladı. Sonra duruldu:
“Sen bana bakma oğlum” dedi, “Kolay değil, Osmanlı’nın beş yüz sene emek verdiği değerler, bir bir yok olurken, bizlere de vatanı terk etmekten başka çare kalmamıştı. Değil malımız, mülkümüz; artık dînimiz, imânımız ve hayatımız da tehlikedeydi! Varımızı yoğumuzu, yok pahasına satıp savdık. Ne yapıp edip, bir yolunu bulduk. Anavatan ve Dârü’l-İslam/İslam diyarı bildiğimiz, üstelik imân vesîlemiz olan Osmanlı Türklerinin ülkesine canımızı zor attık.
İşte evladım, senin sorduğun sorunun cevabı, bu anlattıklarımın altında yatıyor… Bilmem ki cevap verebildim mi?”
Yaşaran gözlerim, mahzunlaşan ses tonumla “Ne demek hocam, hem de çok ibret-âmiz bir cevap verdiniz… Sağ olun… Fakat çok yoruldunuz, biraz dinlenseniz” dedim.
O gün, ilk defa, hüzünlü fakat Türkiye’min değerini, daha iyi anlamış olarak yanından ayrıldım.
* [uzun el] büyük ilme sahip kimse demektir.
Muhsin Bozkurt