ransız savaş müşahidleri Jérome ve Jean Tharaud kardeşlerin kaleminden, 1912 Balkan savaşı sırasında eski bir Osmanlı şehri ve bu günkü Karadağ Devleti’nin başkenti olan Podgoriça’daki Türklerin hazin hallerini ibretle okuyacaksınız:
…Podgoriça’da bulunan bir handa, ilk muharebeler sırasında esir edilen üç bin Türk’ün geleceğini öğrendim ve onları görmek istiyorum.
Kırk yıl ya var ya yok, bu şehir Sultan’a aitti ve bugün de yarı yarıya Müslüman. Geçen hafta Kral Nikola, Dieçiç, Çipçanik ve Tuzi kalelerine, dünyanın her yerinde bir dakika süreyle isimleri yankılanan sonra tamamen unutulan bu gözden ırak, bu biçare Türk kalelerine saldırmak üzere ordusunun başında buradan hareket etti.
Oraya vardığımda neredeyse gece olmuştu ama, geçen akşam Cattaro’da olduğu gibi bütün şehir ışıklandırılmıştı. Neşeli bir kalabalık, yağmurlarla yükselmiş olan Ribiniça Nehri’nin sahilinde ağaçlara asılmış kâğıt fenerlerin altında geziniyordu. Nehrin diğer sahilinde sadece birbirinden uzağa yerleştirilmiş birkaç gaz lambası, oranın da bozkır olmadığına tanıklık ediyordu. Orası gölgeye ve sessizliğe gömülmüş eski Türk mahallesiydi. Gecenin bu ilerlemiş saatinde, mağlupların gelişini sabırsızlıkla bekleyen, bu şenlik içindeki şehrin coşkusuyla o sessiz mahalle tam bir tezat teşkil ediyordu.
İşte oradalar! Karanlık kırsalın dibinden üç gün süren muharebenin heyecanıyla geliyorlar. Uzun, kasvetli erat sıraları gezi yerine varıyor. Önde, elinde beyaz zemin üstünde kırmızı kartal resimli Karadağ bayrağıyla bir süvari ilerliyor. Arkasından koşumlarının üzerine eğilmiş, dizginleri serbest bırakmış, elleri eyerin topuzunda, altı Türk subayı geliyor. Sonra ağır hareketli bir kalabalık; kırmızı, sarı ve yeşil ışıklı fenerlerin üzerlerine tuhaf ışıklarını yansıttığı ve gecenin karanlığında siyahımsı görünen uzun sarımtırak üniformalı asker sürüsü. Hepsi silahsız, firar ederken götürülen, onlar için hazine değerinde olan adı bilinmeyen âlet ve edevatla yüklü.
Her sınıftan, her ırktan, her ülkeden askerler var aralarında: sarı benizli, genellikle tüyü bitmemiş nizamîler; 30-40 yaşlarında redifler; Anadolu, Suriye Arap, hatta Sudan zencisi askerler çocuksu bir bakışla onları seyredenlere bakıyor, gülümsüyorlar; yanlarında taşıdıkları demir eşyaların takırtısından başka gürültü çıkarmadan sessizce yürüyorlar. Bu güruhun içinde, eşek üstünde giden ve kürk kaftanları altında kaybolan, rehine olarak alınmış civar kasaba eşrafı ve sakallı müezzinler var.
Onları, çağların gerisinden geliyor sanılan uzun bir araba kuyruğu, şu çok yüksek, çok geniş ve devasa göbekli tekerlekleri olan, uzun boynuzlu öküzlerin çektiği, Balkanlardan İstanbul’a kadar her yerde görülen arabalar takip ediyor. Bunların üstüne bir kadın yığını oturmuş. Peçeleri çok kapalı olan bazıları insandan ziyade arabaların üstüne atılmış balyalara benziyor; ama aralarından biri ara sıra peçesini aralıyor ve meraklı gözlerini kocaman açarak ışıklandırmalara dikiyor.
Heyecanlı, saygılı kalabalık hiçbir şey söylemeden önünden geçen bu uzun kafileyi seyrediyor.
Basit görünüşlü kalabalık, yol boyunca karşılaştığım penceresiz, bacasız köy evlerinden daha hüzünlü, tuğladan yapılmış tek katlı modern ama sefil banliyö evlerinin bulunduğu dar sokaklara dağılıyor. Gezi yerinde kâğıt fener ışık saçmaya devam ediyor ya da sönerek hayata veda ediyor. Ve şimdi, birkaç kamp ateşi olmasa üç bin Türk askerinin orada yattığına ve ağaçların onların hapishanesi olduğuna inanmak mümkün değil.
Türk mahallesi, nehrin diğer tarafında Avrupa tarzında inşa edilmiş olan Podgoriça kadar basit görünüşlü. Ama tarzı çekici! Orada, büyük mülk sahipleri ya da İşkodra paşasının eski teğmenlerinin eşraf evleriyle daha fakir halkınkiler karmakarışık.
Ama gene Şark’ta olduğu gibi saraylar ve viraneler uyum içinde: aynı ağırbaşlılık, aynı kucaklayıcı, rüstik ve samimi hava ve aynı harabe, dar sokaklarında, sivri taşlarla döşeli çıkmazlarda, ne bir ışık, ne bir ses, ne de bir köpek havlaması var. Bu kapalı evlerde, hiçbir ışığın sızmadığı bütün bu duvarların ardında var olan, ama şüphesiz Ribiniça’nın öteki yakasına, çok renkli fenerlere kafeslerin arasından bakmakta olan birçok göz akıllarından neler geçiriyorlar? Çok yükseklerde, bulutların arasında hilal parıldıyor. Gururlu Sultan Murad’ın bayrağındaki hilalin yanına işlettiği söz geliyor aklıma: “Donec impleatur” (Dolunay olmasını beklerken). Bu rüyâ tamamen sona erdi. İslamîn hilali asla dolunay olmayacak…
Ölü Şehir
Burada her şey yıkıma doğru gidiyor. Bu toprak parçasının Türklerin elinden alınmasından itibaren, bahçelerdeki çökmüş evlerin sayısının da gösterdiği gibi, birçok Müslüman aile buraları terk etti. Geri kalanlar da neredeyse ölü gibi. Birkaç yıl sonra bu tepenin üstünde, Podgoriçalı duvarcıların, taşlarını almak için gelecekleri harabeden başka bir şey kalmayacak. Eski Müslüman hayatı her taraftaki şehirlerden işte böyle kaybolup gitti.
Geçen gün Karadağlıların hücum ettikleri yamaçlara, bugün, taşların hareketsizliği ve çöken akşamın sükûneti hâkim. Daha bir haftadan az zaman önce birbirlerinin boğazlarına sarılmış, ölümde buluşmuş cesetlerle dolu olan çukurların yer aldığı bu huzur dolu tepeden gözlerimi ayıramıyorum.
Orada 300 Türk katledildi; geri kalanlar kayaların arasından ve yarıklardan kaçtılar. Canlı renkli giysileriyle küçük bir çocuk grubu, taşların arasında galip tarafın tüfek ateşi altında, Türklerin Tuzi istikametinde kaçarken terk ettiği mühimmat ve silahları arıyor. Küçük çocuklardan biri birçok şey arasında neye benzediği belli olmayan bir şey getiriyor. Bana sunuyor. Tamamen kan ve çamura bulanmış bir Kur’an. Refakatçim olan Karadağlı bana “Bırakın o pisliği!” diyor. Gene de onu birkaç kuruşa satın alıyorum. Çocuk sefil kalıntıyı bana verince elimde yaralı bir hayvan, hâlâ sıcaklığını koruyan bir kuş, az önce ölümcül bir yara almış canlı bir düşünce tuttuğum duygusuna kapılıyorum…
Arabalar sessizce çamurlu yolda ilerliyorlar. Sona ermekte olan günde uzun katır, koyun, araba ve kadın kervanı geri çekilen bir ordu kadar, bir bozgun kadar hüzün verici. Hiç ilginç bir yanı olmayan bu kasabada sonsuza dek benimle dolaşmaktan sıkılmış olacak ki refakatçi subayım nihayet bir an için benden ayrılıyor. Tarlalar ve bahçeler arasından, gecenin içinde pencereleri kasvetli biçimde ışık saçan yeni binaya koşuyorum. Orada, Dieçiç ve Tuzi’de yaralanmış yüz kadar Osmanlı askeri, beş ya da altı hemşire ve beni milletinin asil nezaketiyle karşılayan yaşlı bir binbaşıya rastlıyorum. Beni odadan odaya, salondan salona gezdiriyor, hatta aralarında on beş yaşında birçok bulunan, on yaralının ayakta veya çömelmiş hâlde durduğu küçük bir odaya götürüyor. Yüzlerinde çarpı işareti şeklinde pansuman var; vücutlarında başka hiçbir yara izi yok ama hepsinin burunları ve kulakları kesilmiş.
Korkunç, ama geleneklere uygun! Karadağlı, askerî değerini daima savaştan dönerken getirdiği kesilmiş başlarla ölçmüştür. Her kesik Türk kafası için prensinden prim alır, tıpkı bizim köylümüzün idareye getirdiği her yılan ve kurt başı için ödül alması gibi ve bu onuru gözler önüne serilsin diye piskopos, savaşçının takkesine bir tüy takar. Altmış yıl kadar önce II. Pierre tüy âdetini kaldırdı; ama otuz küsur yıl önce 77 Harbi’nde, rütbeler, kesilip getirilmiş burun ve kulak adedine göre verilmişti. Bugün de, zengin bir tacın süsleri gibi Osmanlı kafataslarının dikildiği Çetine kulesinin etrafında aralıksız kargaların uçuştuğunu görüyorum.
Günümüzde askerî yönetmelik kesindir: Düşmanı sakatlamayacaksın ve yaralı da olsa canlı da olsa kafasını kesmeyeceksin… Ama böyle geleneksel antrenmana nasıl hayır denebilir? Alışkanlıklar daima galebe çalar! Geçen gün Podgoriça’da Tuzi’nin alınmasını müteakip ellerinde iki sepet taşıyan iki jandarmanın geldi görüldü; bütün halk çevrelerinde toplandı. Sepetlerde elli kadar burun, birkaç düzine kadar da şekli az çok bozulmuş kulak vardı. Karadağ’da medeniyet işte böyle ilerliyor: Daha dün, şehir meydanında sepetlerin içinde halkın görmesi için bırakılmış olurdu bu uzuvlar.
Mahzun Ezanlar…
Şimdi kargaların, güneş batarken sahildeki burunlardan ayrılarak minarenin çevresinde çığlık çığlığa tur attıkları saattir. Buraya yüzlercesi geliyor. Akşam ezanı için minareye çıkan müezzin hepsini kovuyor. Zayıf sesi kumsalda kırılan dalgaların sesine ve dönerek uçuşan kargaların çığlıklarına karışıyor. Bu saatte, kırlaşmış sakalından çıkıyormuş gibi okunan bu zarif ezanın tabiatın gürültülerine karışması ne kadar duygulandırıcı! Sona eren günde mağrur ve mütevekkil İslam’ın serzenişini ne kadar da güzel anlatıyor! Diyor ki:
“Ben istirahatim, rüyayım, derin düşünceyim, alçak gönüllülüğüm, bilgeliğim; ben geniş alanlarım, İran’ın gülleriyim, kumdaki bahçelerim, avlulardaki selvilerim. Ben ölümdeki hayatım. Beni yok etmek için ölüm makineleri icat edin! Dünyanın size ait küçük köşesinde yenildiysem de başka yerde çiçek açarım, kalabalık Çin’de, alev alev yanan Hindistan’da ve kara Afrika’da. Sizin dinleriniz ancak sislerin içinde serpilir. Benim yaşadığım yer güneşin var olduğu yerdir ve siz ne suyu, ne palmiyeleri, ne gül ağacının çiçeğini ne de servinin gölgesini yok edebilirsiniz…”
Birden ses kesiliyor, ihtiyar kayboluyor, minareden iniyor ve sanki bütün bir Doğu onunla beraber ortadan kayboluyor. Denizin gürültüsü, ihtiyarın şikayetini ya da dinlerden, insanlardan sonra da yaşayacak başka bir ebedi şikayeti sonsuza dek uzatarak devam ediyor. Karga sürüsünün uçuşu sona eriyor ve şimdi devasa bir güvercinlik, büyük bir kuş yuvasına dönüşen minareye konuyor.
Bu arada, mor cübbesi içinde çok gururlu, kar beyazı sarığının altındaki yüzü çok zarif olan müezzin camiden ayrılıyor! Ah! Bu Karadağ denilen yerde, bu güçlü adamlar ormanında, böylesine ince bir dal yetiştirmek için asırlar geçmesi gerekir!..
Jérome ve Jean Tharaud