slen Ermeni olan ve İstanbul’un İsveç elçiliğinde uzun yıllar çalışan d’Ohsson, III.Selim devri Osmanlı Devletini çok büyük dikkatle ve etraflı bir şekilde tetkik etmiştir. D’Ohsson’un bu konudaki yazdığı eserleri, Osmanlı teşkilat ve medeniyet tarihinin en mühim kaynaklarından biridir. Bu kitaplardan Türk örf ve âdetleriyle ilgili bazı bölümleri aşağıda sunuyoruz. Editör
Giyim kuşam
Osmanlı Devletinde hiç bir Türk kendi milletine has olandan başka bir kıyafet giyemez. Aksini yapmak, utanç verici bir şey olduğu gibi bu şekilde davranmak, dinin de desteklediği bir esastır. Müslümanlarca kullanılması âdet olmayan bir elbise, hele bir başlık irtidat işareti sayılır. Bu durum muhtelif şeyhülislamların fetvalarıyla sabittir. Bu fetvalara göre eğer bir Türk, mesela başına bir İran başlığı, yahut kendi milletinden olmayan bir topluluğa ait başlık giyerse sadakatsizlikle suçlanır, hattâ imanını ve nikâhını bile yenilemek zorunda kalır. Bu esaslara göre, öyle anlaşılıyor ki, Türkler arasında, hele Avrupalılarla teması olmayan eyaletlerde şapka alışılmış bir şey değildir ve hoş karşılanmaz.
Bir Türkün kılığı ne olursa olsun, giydiği başlık, onu diğerlerinden ayırmaya yeter. Müslüman hiç bir zaman, ne sarayda, ne padişahın huzurunda, ne de camide başlarını açmazlar. Onlar için başını açmamak bir terbiye, edeplilik nişanesidir. Öyle ki, Avrupalıların da aynı şekilde hareket etmesi gerekir. Bu bakımdan, hiç bir Avrupalı bir Türkün karşısında şapkasını çıkarmaz.
Umumiyetle bütün Türkler saçlarını dibinden tıraş eder, sonra “fes” denen kırmızı bir takke koyar, sonra da sarık sararlar. Sakal ve bıyıklarının uzunluğu, Türklerin saçlarından olan kaybını telafi etmektedir. Bıyıksız bir tek Müslüman yoktur, ama uzun sakal pek o kadar yaygın değildir.
Türk kadınları nadiren evden çıkar. Ama dışarı çıktıkları zaman “ferace” dedikleri uzun bir maşlah giyerler. Bunların omuzlara kadar düşen çok geniş bir yakası vardır. Yüzlerini iki ayrı muslin tül ile örterler.
Umumiyetle, imparatorlukta yaşayan kadınlar hangi milletten olursa olsun, gerek davranış, gerekse giyim bakımından, sokakta azami derecede edebe uygun hareket etmeye mecburdur. Polis, bu hususta çok ciddidir. Arada bir yasakları tazeler, bu yasaklar şehrin mahallelerinde münadiler tarafından ilan edilir.
Bütün bu örflerin neticesi olarak hiçbir Müslüman şehrinde kadın bir dükkâncı görülmez; aynı şekilde sokak veya meydanlarda da öteberi satan kadına rastlanmaz. Bütün bu işleri erkekler yapar.
Türkler, esasları “Kur’ân-ı Kerîm”de çok bariz şekilde anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk hususunda aynı derecede övülmeye lâyıktır. Kendi aralarındaki içtimaî düzenin bütün münasebetlerinde iyi niyet ve dürüstlüğün onlara hâkim olduğu görülür. Mesela, Türkiye’de, başka yerlerde olduğu gibi birbirlerine karşı taahhüde giren vatandaşların durumunu tespit etmek, konulan şartları garantiye almak konusunda yazılı taahhütlere lüzum yoktur. Türkleri methetmek için hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz: Onlar, verdikleri sözün kölesidir. Onların bir tanıdığını aldatması, emniyeti suistimal etmesi, yahut karşısındakinin saflığından faydalanması asla düşünülemez.
Gece olsun gündüz olsun, imparatorluğun bütün şehirlerinde tam bir emniyet vardır. Bu, inzibat kuvvetlerinin sıkı çalışmasının neticesi olduğu kadar, Türklerin milli an’anelerinin mükemmelliğinin de neticesidir. Bazen karayollarında haydutlara rastlanır. Ama şehirlerde asayiş son derece mükemmeldir. Hele muazzam nüfuslu bir şehir olan İstanbul’da bu asayiş insanı hayrete bırakacak derecededir. Hırsızlık veya cinayet kadar ender duyulan kelime yoktur. Yankesicilik ve dolandırıcılık büsbütün nâdirdir. Hem de, dükkânlarda ve en pahalı eşyanın bulunduğu mağazaların korunmasında gösterilen ihmale ve buralarda olan büyük müşteri hücumuna rağmen !…
Türkler, dünyanın en geniş kalpli, en sakin insanlarıdır. Hiçbir şey onları sarsmaz, telaşlandırmaz. Hiçbir zaman lüzumsuz tecessüs göstermezler, ama asla bezgin değildirler. Fevkâlade bir şey, yabancı bir elbise, acayip bir madde, garip bir hayvan gördükleri zaman bir an durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser, sonra fazla vakit kaybetmeden yolarına devam ederler. Bir yerde toplanmak, birinin ardından koşmak, sevinç ve neşe içinde kendini kaybedip bağırıp çağırmak, hiçbir Müslüman şehrinde görülmez, hattâ en aşağı tabaka arasında bile.
Bütün bu faziletlere rağmen ecnebîlerin barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşmalarına göre hüküm verilmesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar; düşmanları, aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecaat, Türklere sadece dinlerinden değil, aynı zamanda milli karakterlerinden gelir.
Hayırseverlik
Hayırseverlik o derecededir ki, hayvanlar bile içine alır. Hiçbir kimse, hayvanlara kötü muamele etmez ve ettirmez. Bir kimse devesine, atına yahut katırına fazla yük yüklese, hayvanını fazla yorsa, polis derhal buna müdahale eder, eziyeti önler ve hayvanı dinlenmeye sevkeder; buna selâhiyeti vardır. Her gün bu gibi hareketlerin misalini görmek mümkündür ki, bütün bunlar, hiç şüphesiz, Türk milletini şereflendirmektedir.
Fakirlere yardım etmek, sefalete düşenlerin acılarını dindirmek yahut hayatlarını kazanmaya muktedir olamayanlara yardım etmek, yahut kendisi ihtiyaç halindeyse, imkânı olanlardan yardım istemek ilâhi bir emirdir ve dolayısiyle bütün müminlerin buna mutlak olarak uyması gerekir.
Bu görevlerinden birini ihmâl eden Müslüman, sefalet içinde iken ölen fakirin hayatından mesuldür. Peygamber’in şu sözleri de, bunu açıkça ortaya koyar: “Komşusu açlık içindeyken, tok olarak ölen kimseye şefaat edilmeyecektir.”
Müslümanlar, servetlerinin bir kısmını hayır eserleri ve tesislerine ayırmayı bir vazife bilirler. Bunun maksadı da düşkünlerin, fakirlerin ızdırabını azaltmaktır. Şüphesiz bu hayırsever davranışların aslını Müslümanlığın temelinde aramak lazımdır. Asırlardan beri, Müslüman ülkelerin mümeyyiz vasfı olarak dikkati çeken insanlık, hayırhahlık, misafirperverlik, şüphesiz ki, İslamî kaidelerin bir neticesidir.
Kutsal kitap olarak Kur’ân-ı Kerîmi tanıyanların zihnine ve hafızasına nakşedilmiş olan bu prensipler, onları, yeryüzündeki insanların en insaniyetlisi, en hayırseveri haline getirmiştir.
Dans yasak
Müslümanlar dansı kendi meclislerinde yasak etmekle kalmaz, Hristiyanların bu çeşit toplantılarına da katılmaktan şiddetle sakınırlar. Hele bu danslı toplantılar, Hristiyanların dinî bir bayramıysa. Şeyhülislam Abdullah Efendi: “Hristiyan yortularında onların danslarına katılan her Müslüman, dinine aykırı hareket etmiş demektir ve imanını ve nikâhını tazelemesi lâzımdır” şeklinde fetvâ vermiştir.
Genel kadınlara gelince, inanılmaz bir şeydir ama, İstanbul’da olsun, imparatorluğun başka büyük şehirlerinde olsun, Müslüman olan genel kadınların sayısı kırkı bulmaz bile. Bunlar da aşağı tabakalardandır.
Kaynak: 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, D’Ohsson, Tercüman, 1001 Temel Eser
Ö. Serdar AKın