ocazade Mehmet Muhiddin Efendi, 1858 yılında Şumnu’da doğmuştur. Babası Hacı Hüseyin Efendi de Şumnu’da Eski Cami Müderrisidir. Aynı zamanda uzun yıllar, Şumnu Müftüsü olarak hizmet görmüştür. Oğlu Mehmet, babasının yolunda yürümüş, evvelâ Şumnu’da, sonra da İstanbul’da tahsil görmüştür. İstanbul’da medresede tahsiline devam ederken, Şumnu’ya bağlı büyük bir Türk köyü olan Yankova’da ramazan hocalığı yapmış, senelerce burada halka vazu nasihatte bulunmuştur. Daha sonra İstanbul’dan İcazetini alıp memlekete dönmüştür.
Babasının makamına oturmuş, Şumnu Müftüsü olmuştur. Aynı zamanda Eski Cami Müderrisi sıfatıyla ders okutmuş, büyük küçük Müslüman halkın Hocası olmuş, herkesin sevgi ve hürmetini kazanmıştır.
1905’lerde Başmüftü Kaymakamı olarak Sofya’ya gelmiştir. Gerek şahsi hayatında, gerekse memuriyet makamında, halk ve adalet yolundan zerre kadar inhiraf etmemiş, siyasî büyükler önünde, çizgisinden kıl payı ödün vermemiştir. İlmiyle âmil büyük bir din ve ilim adamıdır. Yüksek bir salabet’i dînîyye sahibi olan bu zatın, bazı çevrelerce tutucu olarak gösterilmek istenmesi ne yazık ki, kabrinde bile onu rahatsız edecek kadar haksız ve yersizdir.
Yine bazı, Bulgaristan’la ilgili son çıkan eserlerde, merhumun fotoğraf çektirmeyecek kadar tutucu olduğunu söyleyenlere rastlanmaktadır. Bu da bir haksızlıktır. Fotoğraf çektirmeyen bir adamın, kitaplarımıza aldığımız resimleri nereden geliyor acaba? Bu hususta da yaptığımız gibi herkesin eline, eteğine, omzuna basarak ileri çıkıp poz vermiyor, sırf bazı gazete ve kitapçılarda görünebilmesi için, objektif karşısına çıkmaktan hoşlanmıyordu, o kadar.
Hocazade Efendi’nin Başmüftü olarak Sofya’da bulunduğu zamanlarda, balkan harbinde esir düşen Türk askerlerine de çok büyük yardımları dokunmuştur. Başmüftülüğün öncülüğünde toplanan aynî ve nakdî yardımların, Türk esirlerine dağıtımı işlerinde, büyük ve hayırlı faaliyetleri olmuştur.
Gerek o zamanlarda İstanbul’daki Meşihat’a bağlı olan başmüftülük makamında gösterdiği mesleki başarılar, gerekse Türk esirlerine yapılan yardımlarda oynadığı müspet role karşılık kendisine Babı Meşihat tarafından “Edirne Payelesi” rütbesi tevcih edilmiştir.
Başmüftülükten ayrıldıktan sonra bir süre “Divan-ı Ali-i Şeri Reisliği”nde de bulunan hoca, Nüvvab’ın kuruluş heyetinde de bulunmuş ve sonra emekli olarak Şumnu’ya döndüğünde bir müddet Mekteb’i Nüvvab’ın Ali Kısmında “Usul-ü Fıkıh” dersleri okutmuştur.
Fani dünyanın geçici değerlerine bel bağlamayan, şeriat hukukundan ayrılmayan, yakını ve sevdiği de olsa, yine adalet üzere fetva ve hüküm veren bir dînî otorite sıfatıyla, bütün Müslüman Türk halkının sevgi ve hürmetini kazanmıştır. Cenazesinde, arkasında yürüyen bu kalabalık bunun en canlı bir delilidir. Bu arada, merhumun üstün meziyet ve faziletlerine delil olarak bazı hâdise ve hususları zikretmeden geçemeyeceğim.
1. Bulgaristan Türk halkının ruhani reisi olarak Başmüftülük makamını işgal ettiği yıllarda, koltuğunu hakkiyle doldurmuş ve hiçbir zaman Hariciyye ve Mezahip Nezaretinin elinde oyuncak olmamıştır. Dışişleri bakanlığı ondan habersiz bir müftü tayini yaptığı zaman, sarığı ve cübbesiyle, bir Müslüman Türk Reis-i Ruhanisine yakışır bir şekilde gitmiş, Mezahip müdürünün masasına Başmütülük mührünü bırakıvermiştir. Şahsına ve makamına yaraşır bir şekilde:
“Madem bana sormadan iş yapıyorsunuz, o hâlde burada benim işim kalmamış, bana ihtiyaç yok”, diyerek hiç kimseye veda etmeden Dışişleri Bakanlığı’nın kapısını vurup çıkıvermiştir. Böyle bir Başmüftü, Bulgaristan’da seyrek görülmüştür. Ondan sonra rica minnet, kendisinden özür dilenilmiş ve ancak onun inhası ve malûmatı ile tayinler yapılacağı hususunda teminatlar verilerek makamında kalmasına ikna ve razı edilmiştir.
2. Bankada muhafaza ettiği bir miktar servetinin faizinin tamamını, her bayram fakir fukaraya, ehline tesadduk ediyordu.
3. Merhumu ancak öğle yemeğinde görebiliyorduk. Sabah ve akşam yemeklerini eşim, odasına götürüyordu. Öğle yemeğinden sonra, eşimin pişirdiği kahveleri içerken kedisiyle sohbet ediyorduk. Genellikle “havadisler nasıl, ne var ne yok” diyerek ahval-i âlemden haberdar olmak isterdi. İşte o zaman biz de kendisine dünyanın siyasî durumu hakkında bazı bilgi ve haberler aktarıyorduk. Yani kendisi bu ileri yaşına rağmen inzivaya çekilip dünyadan bihaber yaşamıyordu.
Bir gün, yine öğle yemeğinden sonra yaptığımız sohbet esnasında, bize şöyle demişti:
– Memleketin bu tarafından hayır yoktur!
Bu sözleriyle Bulgaristan’ı kastediyordu. Merhum ne kadar da haklıymış.
4. Geceleri sabahlara kadar taat ve ibadetle meşgul olurdu. Çok az yemek yer fakat tatlıyı çok severdi. Eski tıbba rağbeti vardı. Ufak tefek hastalıklarda, birçok tıbbî kitabı karıştırır ve nebati tedaviyi tercih ederdi. Gecenin geç saatlerine kadar Kur’an okurdu. Herhangi bir tarikat ehli değildi. Selefi Salihin mezhebi üzerine amel ederdi. Bilhassa Fıkıh ilminde rusuh sahibiydi. Şeriat hukukunda bir benzeri yoktu.
5. Son zamanlarda ancak Cuma namazları için camiye çıkabiliyordu. Çünkü çok ihtiyarlamıştı. Buna rağmen, Cuma namazından eve hiçbir zaman boş elle dönmezdi. Bir kasap ya da bir manava uğrar, mendilinde eve muhakkak bir şeyler getirirdi. Bu da İslâmda, bir aile reisinin, efradı ailesini, kendi eliyle, helal maldan beslemesinin ibadet sayılmasından ileri geliyordu.
6. İsraftan, şiddetle sakınıyordu. Oldukça bir serveti olmasına rağmen, sadece iki kat elbisesi vardı. Bir kat adamlık, bir de her günlük.
Bir arefe günü, camiden gelirken para cüzdanını düşürmüştü. Rahmetli Hami nine, Polise haber verelim efendi, bir araştıralım, deyince şu cevabı vermişti:
– Bize kısmet değilmiş, dünya malının ne ehemmiyeti var hanım, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne gam, boş ver.
Bir gün köylüler kendisine şöyle bir sual sormuşlar:
– Hoca efendi, bu tütünü israf diyorlar, ne dersiniz?
O anda sigarasını içmekte olan hoca, cevap vermeye acele etmez, devamlı sigarasını çekiyormuş. Artık parmaklarını yakacak kadar bir küçük izmarit kaldığı zaman, cevabı yapıştırmış.
– İşte böyle, benim gibi içerseniz, israf değildir.
Merhum H. İsmail Ezheri’den dinlemiştim.
1950 yıllarında, Türkiye’ye gelmezden evvel, rahmetli H. Ahmet Davutoğlu ile Hocaya gelirken maksatları hem veda etmek, hem de hicret konusunda onun fikrini ve iznini almak.
– Biz hicrete niyet ediyoruz, acaba ne dersiniz, Hoca Efendi? derler. Bunun üzerine Hoca hemen Kur’an-ı Kerim’den iki ayet okur ve onları Türkiye’ye uğurlar. Yanından çıktıktan sonra iki arkadaş kendi aralarında şöyle konuşurlar:
– Sanki biz bu ayetleri bilmiyor muyduk, neden Sorduk? Keşke sormasaydık. Ne kadar da büyük bir gaf yaptık. Pot kırdık.
En sonunda bir hususu daha belirterek Hocanın hakikî şahsiyet ve karakterini çizmek isterim.
Hoca, Şumnu’da müftüdür. Büyük bir devlet adamı şehri ziyarete gelmiştir. Bu arada şöhretini duyduğu Müftü Efendi’yi de ziyaret etmek ister. Müftülükte gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Türk halkının ileri gelenleri, bütün eşraf müftülükte toplanmıştır, yüksek misafir bekleniyor. Bir ara, “geliyor” haberi verilir. Herkes dışarı çıkar. Büyük devlet adamını karşılayacaklar. Fakat hoca hiç yerinden kıpırdamaz. Halk telâş içinde. Hele mahzur, bir aşağıya, bir yukarıya koşar durur. Adam geliyor, bizim Müftü Efendi hiç oralı değil. Rezil oluyoruz. Acaba nasıl söylesek, yoksa unuttu mu?
Nihayet devlet adamı gelir. Mahkemeye girer Hoca Efendi bütün vakar ve heybetiyle makamında oturmaktadır. Yerinden kalmaz bile. Biraz konuşup görüşürler, ziyaret biter.
Misafir kalkıp gider. Hoca uğurlamak için yine yerinden kalkmaz, kılı bile kıpırdamaz. Sonra halk iki büklüm, hocaya sorarlar:
– Niçin kalkmadınız, niçin bu yüksek misafiri dışarıda karşılamadınız?
Hocanın cevabı:
– O, beni değil, makamımı, Şeriat mahkemesini ziyarete geldi. Mahkemenin üzerinde bir kuvvet tasavvur edemiyorum. Evime gelseydi, o zaman durum değişirdi. Şahsi misafirim olarak onu ta sokakta, kapının önünde karşılardım.
Osman Kılıç