çsuz bucaksız Türkistan bozkırlarında Yesi isimli bir şehir ve ismini o şehirden alan büyük bir mutasavvıf, Türkistanların “Hâce” dedikleri büyük bir Mürşid, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî…
Dergâhında binlerce dervişi olan bu büyük Mürşid en yakın halifelerinden Saru Saltuk’u yanını çağırır ve ona, o zamanlar Diyâr-ı Rûm olarak bilinen Anadolu’ya, oradan da Balkanlara geçmesini, din-i mübin-i İslâm’ı oralarda yaymasını ve İslâm dinine girenlere “irşad” faaliyetlerinde bulunmasını emreder. Şüphesiz Yesevî Hazretlerinin bu emri sofilerini şaşırtmıştır.
Çünkü henüz Türkistan ahalisinin tamamı Müslüman olmamışken, Türkistan’a binlerce kilometre uzaklıktaki diyâr-ı Rûm’a gidip İslâm’ı tebliğ etmenin “hikmet”ini merak etmektedirler. Neticede bu dervişler Yesevî Hazretlerinin dervişleridir, “işittik ve itaat ettik” diyerek, hazırlıklara girişirler. Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, huzuruna çıkan Saru Saltuk’a kılıcını vererek, nasihat eder ve üzerindeki vazifesinin ne kadar mühim olduğunu bir kez daha hatırlatır.
İşte Yesevî Hazretlerinin manevî himayesinde yola çıkan bu kafilenin Balkanlardaki son durağı Blagay’dır. Blagay, Bosna’nın Mostar şehrine yirmi kilometre uzaklıkta bir yerdir. Saru Saltuk buraya bir tekke kurar. Tekkeyi kurduğu yerin manası derindir.
Büyük bir kayalık dağ ve o dağın altından kaynayıp bir nehiri besleyen coşkun bir su ve sırtını o dağa yaslamış, suyun kaynağını tutmuş bir tekke… Dağ Kur’an-ı Kerim, dağın altından kaynayan su Kur’an-ı Kerim’den süzülen, İslâm’ı meydana getiren her şey, sırtına dağa yaslamış, kaynağın başını tutmuş olan tekke ise “Tasavvuf”, yani Kur’an’a dayanan, Kitabullah’dan beslenen ve o kitabın getirdiği dinin bulanmadan, donmadan, tıkanmadan akmasına vesile olan, en son dini en güzeliyle yaşama ve yaşatma dâvasının ismi olan Tasavvuftur. İşte eşyaya, maddeye mânâ kazandıran, coğrafyayı derinlemesine işleyerek, toprak parçasını vatan mefhumuna istihâle ettiren muhterem ecdadımız, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri bölgeyi zahiren fethetmeden asırlar evvel mânâ planında fethetmiş ve oralara Türk-İslâm mührünü vurmuştur.
Saru Saltuk ve Yesevî dervişlerinin birkaç satırla ifade ettiğimiz bu seyahati bundan yedi asır evvelini düşündüğümüz zaman çok büyük bir hadisedir. Türkistan ile Blagay arası, Saru Saltuk kafilesinin geldiği yola göre hesapladığımızda takriben on bin kilometreye tekabül etmediktedir.
Yolların olmadığı, asayiş bakımından tehlikeli topraklarda geçen bu seyahati gerçekleştirmek, hatta böyle “dönüşü olmayan” bir seyahate çıkmayı kabul etmek, bugünün yapılan bir programa yahud sohbete gelmeye dahi kırk dereden su getiren insanının havsalasının dışında olsa gerek diye düşünüyoruz. Ecdadımız ile bugünün neslinin manevî gerilimi, ihlâsı, hizmet aşkı arasındaki farkı bu misalden yola çıkarak herkes düşünmeli ve kendine düşen payı almalıdır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi ecdadımız topraklardan evvel gönülleri fethetmiştir. Toprağın fethi zahir planındaki iştir ve diğerine göre kolaydır, güçlü bir ordun varsa tepeler geçersin, tıpkı Cengiz Han’ın yaptığı gibi ama o tepelediğin topraklarda gönüllerin fethini gerçekleştirememişsen bir insan ömrü kadar bile o coğrafyada kalamazsın.
Yakın uzak geçmişte bunun misalleri çoktur. 12.-14. asırlar boyunca gerçekleşen bu manevî fetih bize çok şey anlatmalıdır. Bizim ecdadımız, ismini, cismini, toprağını bilmediği yerlere giderek oraların insanının gönlünü kazanmıştır. Biz ise bugün bırakınız böyle bir gönül kazanmayı, böyle bir şeyi aklımızın, ruhumuzun gâyesi haline getirmeyi, kendi içimizde birbirimizi boğazlamanın derdindeyiz.
Balkanlar, Kafkaslar gibi yetmiş iki milletin yaşadığı yerlerde asırlarca huzuru tesis etmiş olan Türk milleti bugün kendi içinde birçok müşterek paydasının bulunduğu grupları dahi bir arada tutmakta güçlük çekmektedir.
Dün ecdadımız o birlikteliği nasıl tesis etti, bugün biz niye sürekli bölünme senaryoları tartışıyoruz? Sualini kendimize sormalıyız. Türk milletinin bütün fertleri olarak partizanlığı bırakmalı ve “büyük ülkü”ye odaklanmalıyız. Partiler, siyasîler birer araçtır ve “gün”e yönelik politika yaparlar, yaptıkları politikanın temelinde ise aritmetik hesaplar vardır.
“Demokrasi” dedikleri ne idüğü belirsiz, nereye çeksen oraya gidecek ve bugün adeta siyasi bir put haline dönüştürülen ucube mefhumu bir kez daha düşünmeliyiz. Biz Türkler o devasa devletlerimizin idaresini, ilk çağ Yunan filozoflarından öğrenmedik, bugünde idaremiz için onların torunlarından kopyala-yapıştır yapmanın bir mânâsı yoktur.
Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın, asırlar evvelinden “Ey Türk titre ve kendine, dön” hitabını, slogan bayağılığına saplamadan iyi tefekkür etmeliyiz. O günki Türkler kendinde olsaydı böyle bir hitap gelmezdi, demek ki Türklerde kendinden, özünden bir kopuş meydana geldi ki ecdadımız o sözü söyleyip o taşlara kazıtmak ihtiyacını hissetti. Bugün de bizler için o söz tazeliğini korumaktadır.
Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, Saru Saltuk’u, Çin, Hindistan, hatta İslâm olmamış Türkistan bölgeleri varken niye Anadolu’ya, Balkanlara gönderdi? Osmanlı nasıl kuruldu? “13. Asır Anadolusu”nu Moğol fırtınasından muhafaza eden manevî dinamikler ne idi ve o maneviyat erleri, Osmanlı’yı nasıl kurdu, İstanbul’un fethi nasıl gerçekleşti? Sakarya nehrinden Tuna’ya, Nil nehrine nasıl gittik ve Viyana’dan Sakarya’ya nasıl geriledik? Bütün bu sualler birbiriyle bağlantılıdır, derinlemesine tefekkür edilmelidir ve Râd Sûresi 11. Âyeti olan “Allâh (celle celalühü) bir kavmi- tağyir etmez- değiştirmez o kavim kendi nefsini, halini değiştirmedikçe.” ile alâkası olsa gerektir.
Ahmet Yasin Gürkan