esi Uçsuz bucaksız bozlar ülkesinin kutlu şehri Son asırda adını Mağcan’ın İki dünya eşiği, er Türk’ün beşiği dediği, büyük ülkenin adıyla, “Türkistan” la değiştirmişler. Bunu yaparken de Türkistan’ı unutturmayı planlamışlar elbette.
Ahmet Yesevî’yi misafir eden küçük “Yesi” ye Türkistan dersek, Türk yurdu demek olan Türkistan sözünün kendisini ve zihinlerdeki ulu vatan fikrini de ortadan kaldırabiliriz diye düşünmüşler. Yetmişler muratlarına. Şimdi Yesi’nin adı Türkistan, Türkistan ise nerededir bilen çok az…
… Geniş yapraklı ağaçlarıyla neredeyse bir tane arabanın bile geçmediği, sakin Lenin Bulvarı’ndayız. Ağır adımlarımıza eşlik eden, derin sohbetimiz yine alıp götürücü cinsten olmalı ki, 40-50 metreden bize doğru yönelen bağırtıyı işitince irkildik:
Hocam! Hocaaam!
Dümdüz yolun tam ortasında hem koşuyor, hem bağırıyordu. Yanımıza ulaştığında soluk soluğaydı ve kelimeleri ağzından bir müddet kesik kesik çıkararak:
”- Merhaba hocam! Ben Kırgızistanlı bir Kırgız Türküyüm. Tanışabilir miyiz?” dedi.
Türkiye Türkçesi konuşan, iri cüsseli, çekik gözlü, 23 yaşlarında Orta Asyalı bir gençti. Geniş gövdesini yapışmışçasına sıkan eski gömleği ve elindeki âhı gidip vâhı kalmış, buruşuk naylon torbası, görünümüyle ilgili ilk göze çarpan noktalardı.
”- Neden olmasın? Elbette tanışabiliriz.”
Tanıştık Ardından, belki de düştüğümüz şaşkınlıktan olsa gerek, soracak sanki başka hiçbir şey kalmamış gibi Türkiye Türkçesi’ni nereden bildiğini sorduk.
Ahıska Türkleri’nden. Bizim orada Ahıska Türkü çok Ama biraz fark vardır. Meselâ, onlar bilürük diyorlar, siz biliyoruz diyorsunuz; onlar getmeyek, galah diyorlar, siz gitmeyelim, kalalım diyorsunuz. İşte böyle Sonra TRT‘nin Kırgızistan’daki yayınlarını seyrediyorum, o kadar.
”- Peki, ne yapıyorsun buralarda?”
Bunu sorduğumuza pişman olduk. Çünkü cümleyi bitirir bitirmez o dolunay gibi aydınlık ve yusyuvarlak, güleç yüzü birden bire karardı, her tarafı âdetâ kara bulutlar kaplayıverdi. Başı önüne düştü ve ağlamaklı, titrek bir sesle:
”- Hocam biliyor musunuz, benim ülkemde halkımdan binlerce kişi Hıristiyan oldu. Misyonerler köylere kadar geldi. Çok iyi çalışıyorlar. Hiçbiri Kırgız değil, ama hepsi Kırgızca biliyor. Halkın gözünde büyük sempati kazanıyorlar. Ve sonra olan oluyor. Ben ise kahroluyorum hocam… Bu duyguyu bilemezsiniz… Bir şeyler yapmalıydım. Bişkek’te Türkiye Büyükelçiliğine gittim, yardım etmelerini istedim, ilgilenmediler bile. En sonunda, ısrarla her gün her gün gittim. Yüzüme bakmadılar. Artık pencereden benim geldiğimi görüp saklanıyorlar, kendilerini yok dedirtiyorlar, beni içeri almıyorlar. Ben de buraya geldim, Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevîye. O Allah’ın sevgili kuludur. Atamızdır. Hazretin türbesine gidip el açacağım ve Allah’tan, onun yüzü suyu hürmetine yardım isteyeceğim. Sonra Korkut Ata, Arslan Baba, Semerkand ve Buhara Burası Türkistan’dır. Atalarımızın ruhâniyeti hâlâ buralarda. Kazak Türkleri de zaten benim kardeşlerim. Sizlerin de Hocam, burası Türkistan’dır”
Anlatacak Çok Şey Vardı
Yarım yamalak konuştuğu, sevimli Türkiye Türkçesiyle anlatacak çok şeyi var gibiydi. Artık başı kalkıktı ve nemlenmiş gözleriyle, daha önce kimse tarafından dinlenmek istenmemiş bir insanı andıran bakışlarıyla devam etti:
‘- Köyümüzdeki bütün küçük çocuklar benim kardeşlerimdir. Beni seviyorlar, ben de onları çok seviyorum… Onlara Allah’ı anlatıyorum, işte ne biliyorsam onu. Şimdiden “Sübhaneke”yi, “Fatiha”yı öğrendiler bile. Peygamberimizi çok seviyorlar, onu her şeyi en iyi bilen, çok sevimli bir amca zannedip görmek istiyorlar. Çok küçük olanlarına onun yaşamadığını, öldüğünü söylediğimde çok ağladılar. Bana geliyorlar diye ana babaları onlara çok kızıyormuş. Neden ki, ben ne yaptım ki, ne zararım dokunabilir ki?’
Kocaman dolunay yüzü yeniden aydınlanmış, gülümsemeye başlamıştı. Buralara kadar nasıl geldiğini, ne yiyip ne içtiğini sorduk. Elindeki eski ve buruşuk naylon torbayı açarak içindeki bayatlamış birkaç ekmek parçasını bize gösterdi.
”- İşte nasibim. Buraya kadar da tır şoförlerine rica ederek, onların arabalarıyla geldim. Onlar getirdi, sağ olsunlar. Bundan sonrası da Allah kerim”
Konuştukça gözümüzde gittikçe büyüyordu. Evet evet, o bir alperen‘di. Bugüne kadar kitaplardan okuduğumuz, destanlarda bulduğumuz bir alperen. İdealleri için sefer etmiş, aç susuz, bir tutam duayı kendine azık edinerek geleceğe bayrak açmış bir dertli gönül eri. Onun devleşen şahsiyetinin karşısında, ömrümde ilk defa bu kadar küçüldüğümü hissettim.
Gölgeli yoldaki huzurlu gezintimize o da katıldı. Hem yürüyor, hem konuşuyoruz. Kavga eden iki çocuk görüyoruz. O hemen yanlarına giderek çocukları ayırıyor, bedenine yapışmış gömleğinin patlarcasına doldurulmuş cebinden birkaç sakız çıkartıp onlara veriyor.
Bir müddet sonra, yüzü daima gülümseyen bu genç adamın sözlerinde alışkın olmadığımız bir noktayı fark ettik. Konuşurken hep Kırgız Türkleri, Ahıska Türkleri, Kazak Türkleri gibi tabirler kullanıyordu. Şaşırdık, çünkü Sovyet asimilasyonu neticesinde birbirlerinden bambaşka milletler oldukları kendilerine inandırılmış Türkistan Türkleri’nin hemen hemen hiçbirinden, kendilerini Türk diye ifade eden sözler işitmeye alışmamıştık.
Niçin Türk Değil?
Yine sorduk:
”- Neden Kırgız değil de Kırgız Türkü, neden Kazak değil de Kazak Türkü? Bütün bunları nereden, kimden öğrendin?”
”- Hocam, bilir misiniz, bizim Cengiz Aytmatov diye bir büyük yazarımız vardır, işte ondan.”
Evet, dünyanın en büyük göğünün altındaki Ata Yurdumda ben bir alperen gördüm. Bütün yazılıp çizilenlerin ötesinde, aydınlık geleceğimize bir kez daha inandım. Sizler de, Allah aşkına oralara tertemiz dualarınız ve ağlanması gereken çok şey olduğunu bilerek gözyaşlarınızla gidiniz, oraları seviniz. Çıkınız kitap sahifelerinden. Ata Yurtta sizleri gözleyen, dualarınızı bekleyen Alperenler ve Alperen namzetleri var. Emin olunuz, bakabilirseniz sizler de görebileceksiniz
Oğuz Doğan