alkanlar, bir dağ silsilesi, bir dağ yumağıdır. Omuz omuza vermiş her bir dağ, başka bir dağın dizine koyar dumanlı başını. Balkanlar’ın geçitleri zordur, aşılmaz. Dereleri coşkulu, kayaları sert ve keskindir. Korku bu dağlarda bütün heybetiyle gezer. Bir zirveden diğer bir zirveye atlayarak daima büyür. İnsanların yüreğine zehirli yılan misali çöreklenir ve artarak insanı esir alır. Korku, burada her ıssız taşın altına, dikenli çam yapraklarına, derin uçurumlara siner.
Güneş nazlı bir şekilde Balkan Dağlarının göğsüne yaslanarak altın sarısı rengine bürünür. Gün, dağların ve nice korkunun üzerine buralarda hep telâşla doğar.
Gece, Balkanlar’da daha karanlıktır. Zulme isyan edercesine başını kaldırmış zirvelerin üzerine bir perde misali iner. Dağların eteklerine yayılır, derelere çöker. Korku, karanlıkla daha da büyür.
Çiçeklerin en yabanisi Balkanlar’da ayrı bir güzel açar. Er çiçeğin vahşi bir cezbesi, dağların sırtlarını kaplayan çimenlerin bir başka yeşili, gülün ayrı bir rengi ve kokusu, papatyaların ayrı bir sarısı ve beyazı vardır. Dağların bir kuşak boyunca çarpışıp yükselmesiyle oluşan o müthiş kırılganlık her yerde kendini kolayca belli eder. Bu kırılganlık insanlarda da gözle görülür.
1877 yılında, işte bu dağlarda başlayan kavga artık bir saldırıya dönüşmüş, Osmanlı’nın Plavne önlerinden çekilmesiyle artmış; 1912 yılına gelindiğinde bu dağlarda her Türk’ün endişesini mayalayarak büyümüş, o dağ silsilelerinde kin, bir kasırga olmuştur.
Köknarların âdeta gizlediği küçük bir köyün bacalarından yükselen dumanlar, gamsız bir şekilde geceye karışırken, sert esen rüzgârın uğultusu camları sarsıyor, tahta kapıları gıcırdatıyordu. Uzakta havlayan köpekler, çöken bu kasvetli havayı dağıtmak istercesine gecenin sırrını ısırıyordu. Köylüler kapılarına sürgü üstüne sürgü vurmuş, kepenkleri sıkıca kapatmış, yüreklerindeki heyecan ve endişe her dem giderek büyümüştü. Yastık altındaki altıpatlarlar, piştovlar yağlanmıştı. Duvarlarda asılı tüfeklerin bakımı yapılmış, iğneleri gözden geçirilmiş, fişekleri doldurulmuş ve hepsi er an kullanıma hazır hale getirilmişti.
Dışarıda bırakılan bazı eşyalar rüzgârla birlikte kâh taş avlulara, kâh ahşap evlerin duvarlarına çarpıyor, bu gürültüden dolayı köylülerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Bir süre soluksuz kalarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışan köylüler, neden sonra rüzgârın ve köpeklerin sesini duyunca yatışır gibi oluyorlardı. Ancak içlerinde yer eden endişe bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Çakan şimşekler köyün girişindeki taş köprünün kemerlerini teşhir ediyordu.
Türk köylüleri, Bulgar çetecilerini takip etmek üzere gönderilen Osmanlı askerlerinin geçişinden ne kadar güven duyuyorlarsa, Bulgar askerlerinin, bugünlerde sınıra doğru ilerleyip kendi köylerine varmalarından da o kadar korkuyorlardı. Onlar her şeye rağmen Osmanlı askerine güveniyorlardı.
Son zamanlarda, Bulgaristan’a yakın Türk köylerine, Bulgar askerlerinin ve çetelerinin saldırısı başlamış, özellikle Türklere yapılan zulümler gittikçe artmış, iki devletin savaşa tutuştuğu yönünde haberler dört bir yana hızla yayılmıştı. Köylüler bu haberleri ilk önce önemsememiş, Bulgarların nasıl olsa yenileceğini düşündükleri için endişe etmemişlerdi. Zamanla çetelerin artan baskınları karşısında büyük bir korku duşmuşlar, çok sevdikleri ormana ne odun kesmeye ne de mantar toplamaya gidebilmişlerdi.
Sınırdaki ve sınıra yakın köylüler evlerinden dışarı çıkamıyorlardı. Duyulan nal sesleri, atılan bir el silah, acı acı yankılanan bir çığlık tedirgin olmalarına yetip artıyordu. Artık bıçak sırtında yaşayan köylüler bir şey yapamamanın şaşkınlığı ve sıkıntısı içindeydiler.
Köyün ileri gelenlerinden bazıları, yıllardır beraber yaşadıkları Bulgar komşularına mallarını ucuz, pahalı demeden satıyor ve köyü terk etmek için hazırlık yapıyorlardı. Türklerin tarlalarını ve evlerini çok ucuza alan Bulgarlar ise binbir şayia çıkararak Türkleri korkutuyor, mallarını daha da ucuza almanın hesabını yapıyorlardı. Halen Türk, Bulgar, Rum ve Ermeni halklarının birlikte yaşadığı köylerdeki papazlar ise Türk ahaliye gitmelerinin çok yanlış olacağını söylemelerine ve kalmaları için kendilerine güvence vermelerine karşın çok sayıda zulüm haberini işitenler kalıp kalmamak konusunda büyük kararsızlık yaşıyorlardı.
Bir yangının rüzgârla yayılması gibi Bulgar çetelerinin yaptığı zulümler de sınırdaki köylere bir bir sıçramaya başlamıştı. Bu sıçrayış bazen o kadar hızlı oluyordu ki bir gecede beş on köyün yakıldığı, talan edildiği haberleri duyuluyordu. Köylerdeki Türk ahali Bulgaristan’ın kedi cürmüne aldırmadan Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını hayretle karşılıyordu. Bugüne dek balkan içlerine doğru giden Osmanlı askerlerinden haber alınamamıştı. Üstelik Bulgarların; Yunanlar, Karadağlılar ve Sırplarla birleştiği yönündeki haberler her yerde dalga dalga yayılıyordu.
Çetecilerin bıçakla ağaçlara astıkları bildirilerde “İstanbul’a kadar sizi kovalayacağız! İstanbul’u ele geçireceğiz!” şeklindeki tehditler okunuyordu. Köylüler ne yapacaklarını bilemiyor, bir süre daha beklemeyi düşünüyorlardı. Nasıl olsa Osmanlı askerlerinin zafer haberlerini yakında alacaklardı. Daha düne kadar, büyük bir devletin tebaası durumunda olan Bulgarlara koskoca Osmanlı yenilecek değildi ya! Daha düne kadar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ birer Osmanlı eyaleti değil miydi? Ancak son yıllarda dağdan yuvarlanan kayalar misali bu eyaletler bir bir Osmanlı’dan kopmuş, Osmanlı’yı yenme hülyaları görür hale gelmişti. Bu olacak bir iş miydi? Beyhude bir heves, ham hayal ürünü işlerdi işte…
İsmail Bilgin