ürk edebiyatının ünlü şâirlerinden Yahya Kemal (Beyatlı), İstanbul’un işgal altında bulunduğu günlerde Topkapı Sarayı’nı ziyaret etmiş, oradaki intibalarını ve hissiyatını 14 Şubat 1921 tarihli İleri gazetesinde yayınlanan “Hilâfete Yakın Bir gün” başlıklı yazısıyla dile getirmiştir. Şair, Saray kâtiplerinden Lütfi Bey’le birlikte dolaşırken, Yavuz Sultan Selim’in odasını şöyle tarif ediyor:”
—
Cihangir Selimi Evvel’in (Yavuz Sultan Selim) odası o kadar küçük ve sâde ki, uzun seferlerinden birinde konduğu fakirane bir han odasını andırıyor. Zannediyorsunuz ki, eyerlenmiş atı yanıbaşındaki kapıda beklemektedir. Büyük Padişah, kısa bir istirahatten sonra çıkıp gidecek.
Revan Köşkü’nde gezerken, kulağıma derinden bir Kur’an sesi geldi. Birdenbire İslâm mimarisini tam manâsıyla gördüm. Çünkü İslâm mimarisinin içine, bir ruh gibi, muhakkak rahle başında bir Kur’an sesi lâzım. O olmadığı zaman, bu mimari kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi, rehberim Lütfi Bey’e söyledim ve bu Kur’an sesinin nereden geldiğini sordum.
“Hırka-i Saadet Dâiresinden” dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil rûhânî yeşil bir dâire, pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki âleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor, diğer bir hafız da gözlerini yummuş, bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.
Rehberim Lütfi Bey’e sordum;
“Hırka-i Saâdet’te ne zaman bu hatim indirilir?” Lütfi Bey, gülümseyerek kulağıma dedi ki:
“Her gün! Her saat! Dörtyüz seneden beri geceli gündüzlü bilâfâsıla…”
Hayretten gözlerimi kapanmış dinliyordum. Lütfi Bey biraz mâlûmat verdi:
“Yavuz Sultan Selîm, hilâfetin alâmeti olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerîf ve diğer Emanet-i Mübâreke’yi Mısır’dan İstanbul’a hatimle indirterek getirmiş; İstanbul’a vardığı gece, Saray’da yüksek bir mevkiye yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşâ ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur’an okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş. İşte o günden bu âna kadar, bu dâirede bir saniye tevakkuf etmeksizin (durmaksızın) Kur’an okunuyor. Bu hafızlar el’an kırk kişidir. Dâima, ikişerli nöbetle vazifelerini ifâ ederler. Bugün de, bu iki hafızın nöbeti” dedi.
Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken, Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an okunuyor! Siz, bu saat, benim bu satırlarımı okurken, Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an okunuyor! Tam dörtyüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş.
O günden beri, bu düşünce, bir saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. O günden beri, Hilâfet’in Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilâfet makamı olan İstanbul’da, böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur’an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hattâ nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal’ler, kıtaller, bu Kur’an sesini bir an susturamamış. Bu hâdiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum.
Yahya Kemal Beyatlı