Kafkasya - KırımMakaleler

Ahıska’dan Hazin Bir Sürgün Hatırası

A

li Paşa Veyseloğlu,
1922 yılında Ahıska vilayetinin Aspinza Kasabası’nda doğdu. Ali Paşa, küçük
yaştan itibaren bir Osmanlı Türk’ü olarak yetiştirilmiş ve Doğu Anadolu’daki
zengin kültürel kimliği Ahıska’dan alma şansına sahip olmuştur. Eğitimini
dereceyle tamamladıktan sonra, bir öğretmen olarak göreve başlamıştır. Kısa
süre sonra patlak veren İkinci Dünya Savaşı’na katılan Ali Paşa, bu savaşta
başarılı mücadele verdiği için “kahramanlık
nişanı
” almış ve kendisine yedi madalya verilmiştir. Savaştan sonra
Diğer Ahıska Türkleri ile beraber, Stalin tarafından ana yurtlarından Kazakistan’a sürgün edilmiştir. Ali Paşa Veyseloğlu güçlü bir halk şairi
olup, vatan sevgisini ve sürgün faciasını şiirlerinde çok mükemmel bir şekilde
dile getirmiştir.


Aşağıda Ali Paşa Veyseloğlu’nun sürgün hatıralarında bir bölümü okuyacaksınız.

————-

II. Dünya savaşı büyük felaket oldu

1944 yılında halkımızın durumu çok kötüydü, yavaş yavaş her
yerde açlık başlamıştı. Bütün erzaklar savaşa gönderiliyordu. Erkekler savaşta
çarpışırken kasabalarda sadece yaşlılar, çocuklar ve kadınlar kalmıştı.

Gül gülistan Aspinza viraneye dönmüştü. Yaralı askerler
savaşamayacak duruma gelince, evlerine gönderiliyorlardı. Her yer yaralılarla
dolmuştu, halk dört gözle savaşın bitmesini bekliyordu.

Almanya savaşta yeniliyordu, gazeteler yakında savaşın
biteceğini yazıyordu. Halkın gözü yollarda akrabalarının sağ salim geri
dönmelerini bekliyorlardı.

Bazen dönen gençler arasında evlendirilenler de oluyordu.
Evlenenlerden biri de Yusuf oğlu Ali’ydi. Sonbaharda Oşora Köyü’nden
evlenecekti. Köyün yaşlıları Yusuf’a toy (düğün) yapıp yapmayacağını sordular.

Yusuf:”Milletimiz
üzüntü içinde, ben nasıl davul çaldırırım
” diye cevap verince köyün
yaşlıları, “Oğul, keder herkesin
kederi, ama biraz olsun gelinlerin ve çocukların gönlünün hoş olması için
istersen toy yapabilirsin
” dediler. Bunun yanı sıra kızın ana ve
babası, “Kızımız Nergiz’i düğün
yapmadan vermeyiz
” diyorlardı.

Bir ay önce kasabamıza Rus ve Gürcü askerleri gelip
yerleşmiş ve bizleri kontrol altında tutmaya başlamışlardı. Halk söğüt ağacının
altında toplanarak, “Acaba bunda ne
iş var, biz bundan işkillendik (şüphelendik)
” diye konuşmaya
başlamıştı.

O sırada birisi şöyle dedi. “Ne iş olacak, her yerde tabya kazdırttırıp hazırlık görüyorlar. Allah
korusun Türkiye ile savaşmayı mı düşünüyorlar?

Başka bir kişi, ” O
zaman bizi niye kontrol altında tutuyorlar
“, deyince önceki konuşan,
Bunu bilmeyecek ne var, biz
Türk’üz bunun için bize inanmıyorlar.”

1944 yılı Kasım ayının on üçünde Yusuf oğlu Ali, Oşora’dan
gelini getirerek düğün yapmıştı. Düğün bittikten sonra herkes Yusuf Ağa’dan
izin alarak dağılmıştı.

O gece herkes zorla evlerinden çıkarıldı

O gece, askerler kasabanın etrafını kuşatarak hiç bir
insanın kasabadan çıkmasına izin vermediler. Cemaatin bir yere toplanması için
emir verdiler. O gece, Gürcü bir komiser yüksek sesle, Sovyetler Birliği
Başkanı Stalin’in Ahıska Türkleri’nin sürgün olarak gönderilmesi gereğini
emreden talimatını okudu.

Hiç kimsenin soru sormaya hakkının olmadığını komutanlar
açıklayarak, soru soranların ve karşı koymaya çalışanların öldürüleceğini
belirtmeleri ile, halkı büyük bir korku sardı. Ama daha yeni evlenmiş olan
Yusuf oğlu Ali buna karşı çıkarak komisere, “Ben vatanımızı korumak için yaralandım, halkımızın çoğu bu savaşa
kurban gitti, onların babalarını, analarını, dul kanlarını vatanlarından nasıl
sürgün edersiniz? Bu nasıl adalet, bu nasıl bir emir? Biz vatanımızdan başka
hiç bir yere gitmiyoruz
” deyince, askerler hemen ateş ederek Ali’yi
ağır bir şekilde yaraladılar.

Ali yere düşünce ana babası ve akrabaları Ali’nin üstüne
yığıldılar. Yeni gelin olan Nergiz de Ali’nin üzerine kapanarak bayıldı.

O sırada komiser, “Vakit
kaybetmeyin, çabuk herkesi zorla evlerinden dışarı çıkarın, karşı koyanları
öldürün
” diye bağırdı. Yusuf’un ailesi dahil olmak üzere herkes iki
saat içinde eşyalarını yarı buçuk toplayarak dışarı atıldılar. Ahıska Türkleri
asırlarca her türlü zulme uğramışlardı. Ama bu zulüm, zulüm içinde zulümdü.

Ruslar’a ve Gürcüler’e karşı koyacak hiç bir genç yoktu.
Çünkü, hepsi cephede, kendi fikirlerince vatanı savunmaya çalışıyorlardı.
Kâfirler iyi bir fırsat bulmuşlardı.

Bizim bir tek günahımız vardı, o da dilimizin, soyumuzun
Türk olmasıydı. Başka hiç bir kabahatimiz yoktu. 14 Kasım günü milletimizin
perişanlık günü idi, ne kara gündü o gün.

Diğer mahalleden savaştan yaralı olarak yakın zamanda dönen
Eflatun oğlu Muhammet komisere, ” 5
kardeşten sadece ben savaştan yaralanarak geri dönebildim, diğerleri cephede
öldüler. Onların geride çırılçıplak kalan yetimleri ne olacak? Bu nasıl bir
emir, babalar savaşta vatan uğrunda ölürken siz onların yetim çocuklarını nasıl
vatanlarından sürersiniz ?
” dedi.

Bu sözler üzerine Gürcü komutan, Muhammet’e nişan alarak
ayağına ateş etti. Muhammet yere yığılınca, muhasara halindeki askerler havaya
ve ayaklarımıza ateş etmeye başladılar. Halk dipçiklerle dövülerek, süngülerle
tehdit edilip hareket ettirildi. Bizleri Alman faşistlerinden daha kötü görmeye
ve düşmanca muameleye başlamışlardı.

Halkın elinde bulunan pahalı eşyaları Rus askerleri zorla
alıyorlardı. Kadınlar ve çocuklar feryattı figan ediyorlardı. İnsanlar,
çocuklar o yana bu yana kaçışıyorlardı. Halk zaten fakirlikten yorgun, bitkin
düşmüştü. İnsanlar aşsızlıktan (yiyeceksizlikten) çok kötü durumdaydı.

Ahıska Türkleri, bu zulmün başlarına gelmesinin sebebinin ne
olduğunu biliyorlardı. Binlerce yıl önce atalarımızın Asya coğrafyasının tek
hâkimi olmalarının bedelini bizler, Ahıska Türkleri ödüyordu. Rus ve Gürcü
halkının Türk milletine olan düşmanlığı tarihçe malûmdur.

Halkı tıka basa yük vagonlarına doldurdular

Halk hızla kasabanın alt tarafında bir yerde toplandı.
Demiryolu kasabamızdan 30-40
km uzaklıktaydı. Herkesi trenlere bindirmeye
çalışıyorlardı. Fakat yük arabaları yetmiyordu. Öncelikle Türkiye’ye kaçışı
önlemek için hudutta bulunan Niyaloshor Köyü’ndeki cemaati toplamaya
başladılar. Yük arabalarının her birinin üstünde 3-4 asker oturuyordu,
ellerinde otomatik tüfekler vardı.

Aspinza Kasabası’ndaki halkı daha sonra büyük yolun
yakasındaki düz bir tarlaya getirdiler. Niyaloshor Köyü’nün yük arabaları
yanımızdan bir bir geçiyordu. Arabaların üstündeki kadınların feryatları
cemaati daha çok üzmeye başlamıştı. Bir gün bir gece, cemaat bu üzüntüyle yük
arabalarının geçişini seyretti.

Aspinza Kasabası biraz yüksekte olduğu için, aşağıdaki
kasaba sönmüş petek gibi bomboş ve cansız görünüyordu. Etrafta bulunan
Ermeniler ve Gürcüler grup grup kasabaya girmeye başlamışlardı.

Bizim evlerimizi, eşyalarımızı yağmalamaya, hızla
topraklarımızı kendi aralarında bölüşmeye çalışıyorlardı. Mağrur mağrur
önümüzden geçerken artık sıra bize geldi. “Eski öcümüzü böyle alırız” diye bağırıyorlardı.

İkinci gün 3-4 aile hafif eşyaları yüklenerek götürüldü ama
asıl eşyalar arabaya alınmadı. Onları da Ermeni ve Gürcüler hemen çakallar gibi
yağmalamaya başladılar. Gürcüler bize bakarken biraz utanıyor, dostça
yaşadığımız günleri hatırlıyorlardı. Ama Ermenilerde en küçük bir irkilme
emaresi yoktu. Malları aşikârane bir şekilde talan ediyor, koyun sürülerini
kendi sürülerine katarken hazzede hazzede (sevinçli bir şekilde) bağırarak
gidiyorlardı.

Hülâsa sıra bizim aileye geldi. Bizden üç aileyi eşya ve
erzaklarıyla beraber arabalara yerleştirdiler.

Yapılan son çalışmalarla demiryolu Ahıska şehrine kadar
getirilmişti. Tren istasyonuna vardığımızda yük ve mal taşıyan trenlerin gelmiş
olduğunu gördük. Trenler o kadar çoktu ki, 10 km’lik bir alanı
kaplayacak kadar tren getirilmişti.

Hemen bizleri vagonlara yerleştirmeye başladılar. Her vagona
ot saman teper gibi, 8-10 aile yerleştiriyorlardı. Vagonlar ağzına kadar
doldurulmuştu. Bazı ailelerin yarısı bir vagonda, yarısı diğer vagonda
kalmıştı, çoluk çocuk ağlaşmaktaydı. Adeta o gün kıyamet gününü andırıyordu.

Baba oğuldan ana kızından habersiz bir şekilde doğuya doğru
gitmeye başladık. O tarihte, Ahıska Türkleri’nin nüfusu 200.000 civarında idi.

Herkes birbirinden habersiz yollarda mahvolup gitti. Aradan
çok uzun bir zaman geçtikten sonra yemek vermeye başladılar, vagonlar çok
soğuktu. Cemaatin üstünde kışlık elbiseler yoktu, döşeklerin ve yorganların
içine sığınarak ısınıyorduk. Ama her geçen gün hava daha da soğuyordu.

İçmek için bile su bulamıyorduk, geçen her günün sonunda
insanlar daha fazla kirleniyorlardı. Trenlerin içi leş gibiydi. Aslında böyle yerlerde
sıçanlar bile yaşamazdı. Kısa sürede bitler peydah olmaya başladı ve çok çabuk
türediler. Minderlerin, yorganların yüzleri bitten görünmüyordu.

Bir yandan soğuk, bir yandan açlık ve kir cemaati
mahvediyordu. Ama bize asıl ağır gelen şey böyle bir muamele görmekti. Bu
bizleri kahrediyordu.

Ölenler vagonlardan dışarı atıldı

Çeşitli hastalıklar başlamıştı. Ölenlerin sayısı
bilinmiyordu, bu insanların mezarları da olmadı. Ölenler, gece Rus askerleri tarafından
trenden alınıyor ve demir yolunun 20 – 30 metre uzağında açığa bırakılıyordu.

Trenler ağzına kadar dolu olduğu için hareket edebiliyordu.
Bazen hareket etmeden bir iki gün bekliyordu. Sonunda Volga Nehri’ne yapılan
tren raylarının üzerine geldiğimizde Rus askerleri gelerek hiç kimsenin
kapıları açmamasını söylediler.

Ne kapıya bakılacak ne de pencereden bakılacaktı. Kim karşı
koyarsa öldürülecekti. Halk iyiden iyiye korkuya kapılmıştı.

Vagonlarda çıkan hastalıktan dolayı diğer insanlara bu bulaşıcı
hastalıklar bulaşmasın diye vagonlar Volga Nehrine dökülecekti.

Vagonlarda kolera, tifo ve veba hastalıkları başlamıştı.
İnsanlar toplu olarak hayvan sürüleri gibi vagonlara doldurulduğu için
tuvaletlerini herkesin içinde yapmaktan utanıyorlardı. Cennet Ahıska’da aileden
haya abidesi olarak yetiştirilen kızlarımız ve gelinlerimiz utancından
erkeklerin içinde tuvaletini yapamıyordu. Bazıları patlayarak ölmüştü.

Kızlarımızın ve gelinlerimizin kaldırılırken vücutlarından
çıkan kokudan patlayarak öldüğünü anlıyor, lanetler yağdırıyorduk. Bu yolculuk
bizdeki hayâyı da öldürüyordu.

Vagonda 10, 15 erkek arkamızı dönerek, kadınlara çember
yapıyor, tuvalet yapan kızların görünmesini engellemeye çalışıyorduk.

Halkı Volga nehrine dökecekler zannettik

Tren iki gün iki gece Volga Nehrinin üzerinde bekletildi. Halk
ne zaman nehre döküleceğini beklemeye başlamıştı.

Herkes acı sonu bildiği için helalleşiyordu. Ağlamalar ve
isyanlar gökyüzüne ulaşmıştı. Bizim vagonda bulunan ve Kur’an-ı kerim okumasını
bilen Binali Amca ayağa kalkarak yüksek sesle;

Ey benim ciğer
köşelerim, dost, yaren ve akrabalarım biz bu fâni dünyadan göçmek üzere buradayız.
Zalim kâfirlerin bizlere acımayacaklarını bilin. Biz şu anda kapıları
kilitlenmiş, kafesteki kuş gibiyiz. Bizi ırmağa dökmeden evvel gelin bir
kelime-i şehadet getirelim. İnşallah biz baki dünyada yani cennet bahçelerinde
mutlu, hoşnut şehitler mertebesine ulaşırız. Hiç korkmayın rahat olun”
deyince
Kelime-i şehadet getirdik.

Müştak Amca ise “Binali
efendi, tevbe-i istiğfar getirelim. Sonra kelime-i şehadet getiririz

dedi.

Cemaat hep birlikte tevbe istiğfar getirdikten sonra bir ağızdan
kelime-i şehadet getirdi. Arkasından Binali Efendi, Yasin-i Şerif okudu. Sonra
Ayet’el Kürsü’yü İhlâs sûresi ile okuyarak ellerimizi kaldırıp Allahu Teâlâ’ya
dua ederek amin dedik.

Çocuklar vagonlarda dünyaya geldi

O sırada bir gelin karnındaki ağrıdan ve ıstıraptan dolayı
yere düştü, gelini vagonun diğer tarafına götüren yaşlı kadınlar bir perde
çekerek orada beklediler. Erkekler ve gelinin kayınpederi vagonun diğer
tarafında idi.

Gelin çığlıklar ata ata bir çocuk dünyaya getirdi.
Utancımızdan yüzümüz kıpkırmızı olmuştu. O sesleri duyacağımıza, o sıkıntıyı
çekeceğimize yer yarılıp yerin dibine geçseydik daha iyiydi. Yaşlı kadınlardan
Şeyda Abla gelerek bir erkek çocuğun dünyaya geldiğini, bir yiğit daha artığımızı
söyledi.

Şükrü Amca ise,  “Bizi suya dökmeyi düşünüyorlar. Hadi biz
rejim düşmanıyız, ya yeni doğan bu çocuğun günahı ne?
” diye bağırarak
ağlıyordu.

Binali Hoca ise cemaati telkin ederek, “Akrabalarım korkmayın  Allah
kerimdir. Bizi suya atmak isteyen kafirler neden kapıları kapatarak iki gün iki
gecedir bekliyorlar? Bana öyle geliyor ki Allah celle celaluhu’n inayetiyle
kurtulacağız.

O sırada kapılar hızla açılınca çocuklar ve kadınlar korkup
yüksek bir sesle ağlamaya başladılar. Koyunların kurttan korkarak bir araya
toplanmaları gibi onlar da bir araya gelerek birbirlerine sarıldılar.

Çocuklar “Ana
ana!
“diye bağırırken kadınlar ufak çocuklarını bağırlarına basıp
ağlıyorlardı.

Askerler bizim ne düşündüğümüzü bildikleri için “Korkmayın, problem yok, şimdi tren yola
çıkacak sizleri nehre atmayacağız
” dediler.

Fakat bu haberden dolayı birçok insan kederinden ölmüştü.
Ölenlerin içinde daha çiçeği burnunda gelin Nergiz de varmış. Ölenlerin
cesetlerini Volga Nehri’ne attılar ve tren yavaş yavaş yürümeye başladı.

Hocanın hulûsu kalpten yaptığı dua kabul olmuştu. Cemaat
korkudan açlığı unutmuştu. Tren hareket edince insanlar aç olduklarını
hatırladılar. Yemek yemeden önce Binali Amca yeni doğan çocuğun kulağına ezan
okudu ve “Şimdi bu çocuğa ne ad
koyalım ?
“dedi. Yaşlı bir kadın, “Bu çocuğun adını Garip Türk koyalım” dedi ve bu isim kabul
edildi. Garip Türk hali hazırda Çimkent’te yaşamaktadır.

Cemaat daha sonra verilen ekmekleri aç kurtlar gibi yemeğe
başladı. Bir çok insan gözleri yarı açık bir şekilde yatakta yatıyordu.
Durumları hiç iyi değildi, bu manzaraya dayanamayıp, Allah kulu kula muhtaç
etmesin diye ağladım.

Çocuklar su su diye feryad ediyorlardı

Onbinlerce yetim, acından, soğuktan, hastalıktan ahirete göçtü. Ne doktor, ne ilaç vardı. İnsanlar hastalıktan birer birer ölüyordu. Trenin mola verdiği duraklarda bile su yoktu. Hasta olan çocuklar ” su su” diye ağlayarak etrafa bakınıyordu.

Çocuklara ve yaşlılara çok acıyordum. Tren mola verir vermez kapları, güğümleri alarak hızla su aramaya çıktım. Uzaklarda bir yerde su bularak getirdim. Ama 22 numaralı tren gitmişti. Ben ne yapacaktım? Başka bir akrabamızın bulunduğu trene bindim. Öz halam ve akrabaları 16 numaralı trendeydi. Onların vagonlarına girdim. Bendeki su kablarını gören hasta ve çocuklar kablara hücum ederek ” su var mı?” diye sordular. Ben, “ var ama bu suyu maşrapa ile hepinize eşit bir şekilde dağıtacağım” dedim. Tama diyerek sıraya dizildiler. ” herkes kendi bardağını alsın” diye söyleyerek önce hastalara, sonra çocuklara, sonra yaşlılara kadınlara ve en sonunda ise erkelere verdim. 

Herkes kana kana su içerek doyduktan sonra son iki litreyi hasta olarak yatan halama verdim. Bana bütün dostlarım dua ettiler. Cemaat, ” Alipaşa, Hızır aleyhisselam gibi imdadımıza yetiştin, Allahü teala seni her türlü afetten sakınsın” dediler.

Bindiğimiz tren Ahıska’dan Almaatı’ya tam 27 günde gelmişti. Bizimle gelenlerden aynı vagonda 7 kişi hayatını kaybetmişti. Ölenlere mezar bile nasip olmamıştı. Alllahü teala bütün ölenlere rahmet etsin.

Ali Paşa Veyseloğlu

Kaynak

İlgili Gönderiler

1 / 242