Kazan Tatar edebiyatının önemli isimlerinden Fatih Kerimi, Rusya’dan çıkıp bir kısım Avrupa devletlerini ziyaret ettikten sonra İstanbul’a geldi. Buradan da tekrar Rusya’ya döndü. Yazdığı “Avrupa Seyahatnamesi” isimli eserinde İstanbul’dan bahsettiği bir bölüm özetle şöyle:
Mustafa Paşa’ya geldikte gayet güzel ve muntazam giyinmiş sağlam yapılı, iri gövdeli, kırmızı fesli Türk zabitleri göründü. Tren durunca bir zabit, iki polis ve bir iki tane de sivil elbiseli adamlar doğru birinci mevkiye girerek pasaportlara bakmağa ve eşyaları muayene etmeğe başladılar.
Vagonumuzda bizden başka yalnız bir hatun var idi. Evvela onun eşyasına baktılar, sonra bizim yanımıza gelerek pasaportlarımızı aldılar. Bunları bir deftere kaydedip bize iade ettikten sonra eşyamıza bakmağa başladılar. Evvela ben çantamı açtım. Rusça, Fransızca, Arapça, Türkçe ve Tatarca bazı kitaplar ve gazeteler vardı.
Bunları gördükte zabitin çehresi değişti ve niçin bu kadar çok kitap ve gazete bulunduğunu sordu. Bunların ekserisi rehnümalar ve Avrupa şehirlerinin delil ve tarifnameleri ve yolda okumak için alınmış romanlar olup bunların içerisinde memnu olacak hiçbir şey bulunmadığını beyan ettiysem de zabit kemal-i nezaketle “Efendim, bunları bakmadan göndermemize müsaade yoktur. Fakat bu kadar muhtelif dilleri okuyacak memur da burada bulunmuyor. Binaenaleyh bu çantaya alıp mühürleyerek ilk trenle İstanbul’a gönderelim. Orada gümrükte baktırıp alırsınız.” dedi.
“Pekalâ” dedim. Zaten burada tren ancak yirmi dakika tevakkuf ettiğinden gitme vakti de yaklaşmıştı. Hafif bir surette sair eşyamızı muayene ettiler, iş tamam oldu.
Burada kitap, gazete gibi şeylere bu kadar dikkatle bakmalarının sebebi şudur ki Avrupa’da Genç Türkler ile Ermeni, Arnavut ve Kürt gibi hükûmet-i hazırandan razı olmayan fırkalar gazeteler ve risaleler neşrederler. Bunların Türkiye’ye duhulünü men’ etmeğe çalışıyorlar.
Çantayı memurlara verdik. Diğerleri çıktı yalnız zabit bizim yanımızda kalarak bizim kim olduğumuzu Avrupa’nın nerelerini ve ne maksada mebni seyahat ettiğimizi yavaşça ve ustalıkla sormağa başladı. Bunlara cevap vermekle mükellef değil isek de kendisinin nezaket ve mülayemetine binaen hepsine kâfi derecede cevaplar verdik. Sahte pasaportla gezen Genç Türkler yahut Ermeni kaçakları olmasın diye def-i şüphe etmek istediği aşikâr idi.
Türkiye’de her adım başında bir rüşvet vermek lazımdır diye Avrupalıların yazdıklarına binaen yanımızdan gideceği vakit zabite kahve parası diyerek bir mecidiye (bir ruble altmış kopek) bahşiş verecek olduk. Almadı. “Bahşiş filan almak bize bairade-i şahane kat’iyen memnudur.” dedi. “Hayır efendim, bu rüşvet filan değil. Biz sizden bir hizmet ve karşılık istemiyoruz ve mutlak kahve parası olarak veriyoruz.” dedikse de almadı.
Hatta daha teklif edecek olsak kızacağı anlaşıldı. İşte acayip bir hal! “Rüşvet alıyorlar” diye Türkleri kınayan Avrupa’nın ortasında Viyana kondüktörleri kesemizi yırtıp alacak derecede rüşvet istediler. Bütün dünyada ismi çıkmış Türk memurları rüşvet değil bahşiş olarak kendimiz veriyoruz yine almıyorlar. Zavallı Türklerin bir kere adı çıkmış vesselam.
Akşam saat on birde Edirne’den geçtik ve ertesi gün 6 mayısta Ayastefanos ve Makrıköy’den geçerek sabah saat altıda İstanbul’a vasıl olduk.
Cuma Selamlığı
Bir Cuma günü Rusya konsoloshanesinden tezkire alarak “selamlık” resm-i âlîsini, yani Hazret-i Sultan’ın (II. Abdülhamid Han) Cuma namazı kılmak için cami-i şerife gelişini görmeğe gittik.
Tezkiresiz de gitmek mümkündür. Lâkin o vakit görmek güç oluyor. Halife hazretleri gelmeye başladığı gibi herkesi caminin içerisine sokuyorlar. Konsoloshanelerden tezkireyle varıldıkta, selamlık seyri için ecnebilere tayin olunmuş hususi binaya alıyorlar. Oradan güzel bir surette temaşa mümkündür. Selamlık resmi, haftada bir defa ve gayet tantanalı ve debdebeli olduğundan, seyir için gerek yerlilerden ve gerek ecnebilerden pek çok adam toplanıyor.
Cuma günü sabahtan başlayıp gayet muntazam ve alâ giyinmiş piyade askerleri, süvari askeri ve Zühaf alayları, hazret-i padişahın teşrif buyuracakları caminin etrafına dizilerek vürûduna muntazır oluyorlar. Bize konsoloshanede bir kavas verdiler. Bu adam resmî elbiseli ve belinde kılıcı filanı bulunduğundan bunu gördükte Osmanlı memurları doğru ecnebilerin durup seyredeceği binaya gitmemiz için bize yol açtılar.
Oraya vardıkta kavas konsoloshaneden verilen tezkireyi misafirleri kabul için tayin edilmiş hususi memura verip bizi prezante etti. Bu memur, gayet nazik ve terbiyeli bir zat olup bizi hüsn-i kabul ve seyretmek için hangi yerin daha münasip olacağını beyan etti. Her türlü millet-i ecnebiyeden erkek ve kadın olarak burada birçok insan vardı. Birazdan birer kahve verdiler. Sonra isteyenlere çay verdiler.
Sokaklara kum döküp sulayarak kemal-i itinayla temizlemişler. Caminin etrafında iğne atsan yere düşmeyecek tabirine lâyık derecede insan kalabalığı olup herkesin gözü Yıldız seyr-i hümayununa doğru mün’atif idi. Alafranga saat on ikiyi yirmi dakika geçtikte güzel faytona alâ bir çift beygir koşulmuş ve karşısında Gazi Osman Paşa oturmuş olduğu halde Hazret-i Sultan’ın teşrifi görüldü. Birçok paşalar vesair memurin-i askeriye ve mülkiye, kendilerini istikbal etmekte.
Askerler selam durup Hamidiye Marşı’nı çalmakta idi ki müezzin dahi Hamidiye Camii’nin uzun minaresinden müessir bir sadayla ezan okumaya başladı. Hazret-i sultan, bizim bulunduğumuz binaya pek yakın bir yerden geçtiği cihetle, kendilerini pek güzel bir surette görebildik. Bizim yanımızda bulunan Avrupalılar hazret-i padişahın geçişi sırasında “Viva la Sultan” yani “Yaşasın Sultan” diye bağırdılar. Bütün asker ve Türkler hepsi bir ağızdan “Padişahım çok yaşa!” diye haykırdılar.
Kaynak: AVRUPA SEYAHATNAMESİ – Fatih Kerîmî