Türkistan Evliyaları

ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin
mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)’te Van vilâyetinin
Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)’de Ankara’da vefât etti. Kabri, Ankara
yakınındaki Bağlum kasabasındadır.

İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali’ye
kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en
büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’nin
oğlu Seyyid Ubeydullah’ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı
kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve
yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok
cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan’ın Siyalkut şehrinde ıslâm
âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok
muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid
Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm
Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu
ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale’de
ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan
Irak’ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars
dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve
matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî’de gördüğü bir
rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum.
Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk
mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı
gecesi, rüyâda Allah’ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında
oturmuşlardı. O’nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken,
arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım.
Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât… Bu zât sağ
kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden
bir suâl sordu: “Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken,
iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer’an
serbest midir?” Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar
sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; “Dînin sâhibi hazırdır,
buradadır.” diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda
kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz,
ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan;
“Cevap veriniz!” diye üst üste iki defâ emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde
durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı
anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; “Seni müjdelerim!
Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. ınşâallah
âlim olursun! Bütün gücünle çalış.” diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama;
“Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden
suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah’ın
emrinin hikmeti nedir?” diye sordum şu cevâbı verdi:

“Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin
ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.

Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi
yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp
insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. ınsan gücünün üstünde
denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin
yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu.
Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında
Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine;
“Abdülhakîm’in terbiyesini sana ısmarladım.” buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid
Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir,
tövbe ve istihâre oldu. ıstihârede şöyle bir rüyâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm’e şu emri veriyordu:
“Abdülhakîm’i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi
elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu
alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ
ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.

Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı
sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm’in çoğulu olup kat’î, kesin
demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret
olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî
lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla
ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve
teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882 (H.1300)’de zâhirî ilimlerde icâzet
aldıktan sonra, 1888 (H.1305)’de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı.
Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer
olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar, Kübreviyye,
Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu.
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî,
Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.

Bundan sonra memleketi Arvas’a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada
büyük ilmî faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:

Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan
mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir
kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait
olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim.
Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim
feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak
yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi
oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları ıstanbul’dan
getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere
gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet,
sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. ıçlerinden muhtaç
olanları ev eşyâlarını tedârik ederek evlendiriyordum. ıran’ın sınır boyundaki
halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve
kendilerini görenler, ıslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz’a geldiğinde
önce Medîne’ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında
Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece,
mübârek Ravza’da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş,
son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer
Efendi kulağına eğilip yavaşça:

“Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete
gelemez. Bâb-üs-Selâm’dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı
Cibrîl’den çıkmasına şer’an müsâde var mıdır?” dedi.

Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi
ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl
önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:

“Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!”
buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan
cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme’den dışarı çıktıktan sonra
hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

şeyh Abdülhakîm Efendi 1907’deki haccı sırasında büyük evliyâ şeyh Ziyâ
Mâsum’un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını
yaparlarken şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:

“Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî,
Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten
sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim.” buyurdular.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda
karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında
Rus askeri ıran tarafından gelerek Doğu Anadolu’yu işgâle başladı. Bir taraftan
da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı
günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:

Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye
koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve
hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki
dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü
teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış,
malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik.
Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet
tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı,
medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu
vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, şafak
ve Nurduz’u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından
beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki
bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren
bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç
bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum
taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana
gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni
fedâileri ise Nurduz’dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve
kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar
takibe koyuluyordu. Zaho’nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan
can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan
seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız
çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene
Haziranın birinci gecesi Ravandız’a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu
hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk.
Eylülün ikinci günü Erbil’e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid ıbrâhim
Efendiyi kara toprakta Allah’ın rahmetine bıraktığımız gibi, şeyhler hanedanı
adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil
ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul’a vardık. Burada
meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından
o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve
selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken,
gönlümüzü hoş ederek; “Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım.”
dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.

Devamlı olarak, Bağdat’ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin
türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o
civarlarda ingiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak,
yine Musul’da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı
nüfusla, çöl ve sahraları, Allah’ın yardımıyla aşarak Adana’ya geldik. Adana’da
çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir’e
geldik. Bunlardan bir kısmı Konya’da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı
içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında istanbul’a
geldik. Dâhiliye Nezareti (ıçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı
olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan
Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah’ın
inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. ıstanbul’a bu sûretle sevk-i ilâhî
ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari
Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos
1919’da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf
müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli
câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak ıslâmiyeti yaymaya, din
düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde
çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları
güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca,
cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi.
Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi,
pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. ıslâm âlimlerinin adı
geçtiği zaman:

“Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak
aranmayız.” ve;”Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak
bereketlenmek için okuruz.” buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin
mütehassısı idi.

Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını
isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:

Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı
günlerdi. Beşiktaş’ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran
bir saray arabasından, kibar bir bey inip; “El melikü yakraükesselâm ve
yed’ûke iletta’âm.” yâni “Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor.”
dedi. Araba ile saraya gittik. Istanbul’un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı.
Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor.
Anadolu’da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ
etmenizi ve Anadolu’daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah
tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi.
Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu’ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb
oldum.

Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı
seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi’yi de dâvet
etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın
devâmını hizmetlerini gören şakir Efendi şöyle nakletmektedir:

Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm
Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O
isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri,
benim ismim Abdülhakîm’dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar.
Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak,
Sultanü’l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya
girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada
olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda
Efendi’yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. “Sultan
herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir.” deyip
birini bana verdiler.

Abdülhakîm Arvâsî hazretleri siyâsete hiç karışmamış, siyâsî fırkalara bağlanmamıştır.
Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili
olarak sorduklarında:

“Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi
kendilerini çoktan kapatmışlardı.” demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin
umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin en güzelidir.

Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye
ederdi.

Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması,
gülmesi, ağlaması hep ıslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun
yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları
küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya
yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir.
Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle
yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. “ıstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği
doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir.” sözünü sık sık tekrar ederdi.

Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri
nakletmişlerdir.

Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. “Namaz, aman
namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.”
buyururdu.

Yine buyurdu: “Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi
tercih ederim.”

Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;

“Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb
ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir.” buyurdu.

Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması
bittikten sonra;

“Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah’tan
mahrum olan ise neye mâliktir.” buyurdu.

Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında ıstanbul’a doğru bakarlarken yanındakilere
dönerek;

“şu ıstanbul ne garip belde! ınsan mümin olmak için de, kâfir olmak
için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir.” buyurdu.

Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:

“Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka
bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler,
bir bir çıkarırlar.”

Kapalıçarşı’dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam
hal hatır faslından sonra; “Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i
Muhammed’i kurtarsın.” deyince, o da cevâben:

“Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani
nerede o ümmet!” buyurdu.

Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:

Tahsîlimi ıstanbul’da yaptım. Arabî ve Fârisî’yi iyi bilirdim. Her
toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine
götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir
sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ
edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında
yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken
nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle
gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim.
Seyyid Abdülhakîm’i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

“Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu
anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı.” dedim. O büyük zâta
talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını şakir Efendi anlatır:

Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her
zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan
girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz
namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya
koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semâverin etrafında
iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını
söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım:
“Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. şimdi dağılmış.”

Yine şakir Efendi naklediyor:

ızmir’de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk
getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları
bu Allah’ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk
yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kısa bir
nazar etti ve; “Oğlum ismin nedir?” diye sordu. Çocuk birden cevap
verdi: “Ahmed!” Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp,
hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler.

Talebelerinden ılyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; “Bir odalı evim var.
ıkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira
parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?” dedi. Yarın
gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi’ye gidip danışmaktı. ıkindi
vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. “Müşteri geliyor mu?”
dediler. “Geliyor.” dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum.
“Sipariş veren oluyor mu?” dediler. “Bugün yok.” dedim.
“Kadın müşterileriniz oluyor mu?” buyurdular. Gene hatırlamadım.
Bunun üzerine; “Bugün gelen kadının işini gör!” buyurdular. Ancak o
zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı
hâlde; “Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış,
güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler
getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın.”
buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var
diye geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış,
kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek
hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin
nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk
tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle antalır:

Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık.
Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu.
Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. “Yanıma sokul,
gözlerini kapa.” buyurdu. Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî
hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı,
seyrek sakallıydı. Elini öptüm. ıkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum.
Edeple seyrediyordum. “Gözünü aç.” dedi. Açtım. ıkimiz sandukanın yanında
oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. ıkindi okunuyordu. “Ne gördün?”
dedi. Anlattım. “Ben hayatta iken kimseye söyleme.” dedi. Bunu vefâtından
yirmi dört sene sonra anlatıyorum.

Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:

Sene 1941… Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da
üstüne bastığım gibi, ıkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna
kâniim. Bu meseleyi huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında
yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini
sevenlerden bir zât… Harbe sürüklenmek mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa
hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular
ki: “Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık
olmasa, vesîka usûlü çıkmasa.” Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik.
Fakat pahalılık, vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık
sık tekrar eder ve; “Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; “Harbe
girilmez.” ve kimse vesîka usûlünü beklemezken “O olacak.”
buyurmaları büyük kerâmet.” derdi.

Fâruk Bey anlatır:

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının
balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir
hastahâneye dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. ıstanbul’a
götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi
ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve
şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm
Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet
içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece; “Mahzûnum, mahzûnum!”
diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç
bir zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini
bitirdi. Uzun yıllar DSı’de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm
Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini
medhetmek isteseydi; “Fâruk hâriç hepimizden iyidir.” derdi. Kabri,
Abdülhakîm Arvâsî’nin ayak ucundadır.

Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce:
“Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir.
Erzincan gibi.” buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir
hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.

Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:

Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: “Evliyânın huzûruna dolu
giden boş, boş giden dolu döner.”

Bir gün bana; “Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar,
başkalarına ver.” buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım.
Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım.
Abdülhakîm Efendiyi gördüm. “Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?”
buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. ıki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha
uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. “Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?”
buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım.
Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için,
kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek
için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu.
Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir
sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri îzâh ediyordu. ıçimden, benim Arabî
ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar
diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye
bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde
gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; “Biz, boşuna emek
vermeyiz.” buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm
Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle
elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara
beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı.
Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; “Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?”
buyurdu. “Manolya” dedim. “şu nedir?” buyurdu.
“Gül” dedim. “Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı
bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir
mi, gül de, manolya kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim.”
dedim. “Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek
ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana
baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim.” dedim.

Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk
olacak halde iken; “Yâ Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!”
diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup,
istikamet verir ve; “Böyle git, şehre varırsın!” buyurur. Genç, o
gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene
sonra, Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım
diye düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır,
daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; “Bitlis’teki tipi fırtınasını mı hatırladın?”
diye kulağına hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper…
öper.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir
talebesinden eczacılığı seçmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın
birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle
karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği takdirde haklarını helâl
etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih Câmii
avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer
tarafta ise canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir düşünceyle
câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar verdi. Nitekim biraz
sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak; “Efendim size bir şey
danışmak istiyorum.” dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi üzerine;
“Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi
istiyorlar. Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl
etmeyeceklerini söylediler. Ne yapayım?” O zat; “Senin hocan kim
evlâdım?” deyince, “Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri.” cevâbını
verdi. Bu söz üzerine o zat; “Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki,
bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!” dedi. Talebe bu söz
üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın
yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi.
Hocasının bereketi ile daha sonra anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir
bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su
olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından
otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler.
Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği
şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

Buyurdular ki:

Kur’ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis
borudan şifâ gelmez.

Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin
irâde ve ihtiyârı ile değildir. ılâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.

Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.

Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.

Hak’tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık
yoludur.

Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.

Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, ıslâmiyetin içindedir.

Hakk’ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar
birbiri ile sevişemez.

Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi
ve Allahü teâlânın ihsânıdır.

Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla,
sözlerinizle, giyinişinizle ıslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.

Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin
cezâsıdır.

Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve
felâketten kurtulamaz.

Allahü teâlâ dilediğini yapar. ıster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi
azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.

Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun!
Adliyle tecelli ederse, yanarız.

Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.

Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.

ılim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.

Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.

Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih,
Bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîlerindeki konuşmaları,
bunların iftirâlarına sebeb oldu. Bunların tahriki ile Eylül 1943’te
tutuklanarak ıstanbul’dan ızmir’e götürüldü. Bir müddet Meserret otelinde sonra
bir evde polis nezaretinde kaldı. Yakınları, kendilerinin Bursa’ya nakli veya ıstanbul’a
iâdesi için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar.
Nihâyet Ankara’ya nakline müsâde çıktı. Bu karar üzerine Ankara’da Hacı Bayrâm-ı
Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk Işık’ın evine geldiler. Bu sırada
hasta olduklarından Faruk Işık Bey’in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra
27 Kasım 1943 (H.1362)’te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.

Ankara hiç sevmedikleri bir yerdi. Bu sebeple yakınları mübarek nâşın ıstanbul’a
nakli için resmî makamlara başvurdular. Ancak kabul edilmedi. şehrin belediye sınırları
içinde ölenlerin asrî mezarlığa gömülmesi şartı da vardı. Bu yüzden herkes eli
kolu bağlı mahzun ve üzgün bir durumda bulunuyordu. Çünkü kendileri bu mezarlığa
defnedilmeyi istemiyorlardı.

O sırada evin ahşap kapısı çalındı. Kapıda kim olduğu, nereden geldiği belli
olmayan ak sakallı bir adam:

“Ankara civârında Bağlum isimli bir köy vardır. Oraya götürünüz,
kendilerine uygun yer orasıdır.” dedikten sonra dönüp gitti. Meçhul adamın
arkasından koştularsa da sanki sır oldu ve ortadan kayboldu.

Keçiören’de dâmâdı ıbrâhim Arvas Beyin evinde gasl, techiz, tekfîn ve namazı
edâ edildikten sonra Ankara’nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum’a
getirilerek defnedildi. Telkinini kimin vereceği, oğlu fazîletli Ahmed Mekki
Efendiye sorulunca; “Babam Hilmi’yi çok severdi. Onun sesini iyi tanır.
Telkinini Hilmi versin.” buyurdu. Böylece telkin vermek ve kabr-i şerîfine
girmek vazîfeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.

 

Ağlasın kan ağlasın her müslüman

Çünki, Seyyid Abdülhakîm terk etti cân

 

Âlim ü âmil, veliyy-i kâmil idi.

Zâtına mevdu’ idi sırr-ı nihân.

 

Bağlum nâhiyesi eskiden beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadığı
bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn
olunduktan sonra hiç âfet görmediklerini beyan etmişlerdir.

Seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram ve ıslam Hukuku
Erriyâz-ut-Tesavvufiyye isimli eserleri mevcuttur. Ayrıca talebelerine gönderdiği
risâle büyüklüğünde pek çok mektupları vardır. Arabi, Farisi ve Türkçe şiirler
yazmıştır.

Abdülhakim Efendi’nin üç oğlu ve iki kızı vardı. Oğullarından Enver Bey
hicret esnasında 1918’de Eskişehir’de vefat etti. ıkinci oğlu faziletli Ahmed
Mekki Üçışık Efendi ıstanbul’da Kadıköy müftiliğinde bulunmuştur. 1967’de ıstanbul’da
vefat etmiş olup kabri Bağlum kabristanındadır. üçüncü oğlu Münir Efendi, ıstanbul
belediyesinde uzun seneler çalışmış, doğruluğu, çalışkanlığı, güzel ahlakı ile
etrafının saygısını ve sevgisini toplamıştır. 1979’da vefat etti. Kabri Bağlum’dadır.

Kızlarından şefia Hanım da hicret sırasında Musul’da vefat etmiştir. Diğer
kızı Mâide hanım  hayattadır. (1992)

 

KERÂMET VE MENKÎBELERı

NıÇıN OKUTMUş?

Hâlid Turhan Bey anlatır:

Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir
yerini açıp bana verdiler ve; “Buyurun, okuyun!” buyurdular. Arapça
idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve
gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; “Türkçeye çevirin!” buyurdular.
Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler.
Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. ıyice anlamıştım. Vefâtlarından
yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara’da imtihana girdim. ımtihanda
elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne
göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi?
Okudum, tercüme ettim. ımtihanı kazandım. Kütüphâne müdürü oldum. Ama
imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerâmetini görünce hüngür hüngür
ağladım.

 

BEYıTLER

AMELıYAT OLMADI AMA…

Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,

O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:

 

Bir gün râhatsızlandım ve gittim hastâneye,

Apandisit teşhîsi, kondu muâyenede.

 

Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyât,

Bir başka hastâneye, sevkettiler o sâat.

 

Çıkıp, o hastâneye, gitmeden daha önce,

Efendi’ye uğrayıp, haber verdim hemence.

 

Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,

Bana; “Sen hasta mısın?” diyerek etti suâl.

 

“Evet.” deyip gösterdim, o ağrının yerini,

Tam onun üzerine, dokundurdu elini.

 

“Burası mı?” diyerek, o yeri ovdu biraz,

Onun bereketiyle, gitti benden o maraz.

 

O, mübârek elini, dokununca o yere,

Apandisit ağrısı, kayboldu birden bire.

 

Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,

Apandisit ağrısı, görmedim bir daha ben.

 

BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN

Sevdiklerinden biri, bir gün huzûrlarına,

Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu ona:

 

“Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî mi yüksektir,

ımâm-ı Rabbânî mi, merak eder bu fakîr?”

 

Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye,

Başladı Abdülkâdir Geylânî’yi övmeye.

 

Buyurdu: “Gavsül âzam, idi ki bu büyük zât,

Ânında yetişirdi, istese her kim imdât.

 

Öyle çok kerâmeti, vardı ki onun hattâ,

Duâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâta.

 

Kendi zamânındaki, bilcümle evliyânın,

Fevkinde bulunduğu, kesin idi bu zâtın.

 

Ve kıyâmete kadar, her Velî’ye feyiz, nûr,

Onun vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.

 

Mübârek cemâlini, görseydi biri elhak,

Allahü teâlâyı, hâtırlardı muhakkak.

 

Dört yüz kişi yazardı, vâzını muntazaman,

Birbirinin sırtında, yazarlardı çok zaman.”

 

Böylece bu Velî’den, bahsedip uzun uzun,

Çok kerâmetlerini, anlattı önce onun.

 

Sonunda buyurdu ki: “Bütün bunlara rağmen,

ımâm-ı Rabbânî’nin âşıkıyım ama ben.”

 

 

ÎMÂNIN KUVVETıNDEN

Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,

Pek çoktu Efendi’ye, bağlılığı, sevgisi.

 

O’na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ,

Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta.

 

Bir gün ziyâretine, giderken Efendi’nin,

Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.

 

Diyeyim ki: “Efendim, istemiyorum ama,

Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma.

 

Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden,

Îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?”

 

Bunları düşünerek, vardı huzurlarına,

Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.

 

Ve hemen buyurdu ki: “Bir müslümanın eğer,

Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,

 

Onun kötülüğüne, bir işaret değildir,

Îmânının kuvvetli, olduğuna delîldir.”

 

Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,

Efendi, daha sonra, ikmâl etti vâzını.

 

KAYNAKLAR

1) Tam ılmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1023

2) ıslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; c.1, s.34-73

3) Başbuğ Velîlerden; s.336-351

4) O ve Ben

5) Eshâb-ı Kirâm; s.164-166, 287-293

6) Son Devrin Din Mazlumları; s.319-336

7) şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler; s.160-164

8) Cihâd Önderleri-I; s.125-131

9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.25

10) Sefînet-ül-Evliyâ

 

İlgili Gönderiler

1 / 138