iz Türkçenin başına gelen felâketi, bu dilin dünyâ dilleri arasındaki yerini ve karakterini dikkate almamak gibi vahîm bir hatâda buluyoruz. Çünkü Türkçe, herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, bir “imparatorluk dili” dir.
İmparatorluk dili ne demektir? Burada geniş vakit alacak bu mühim mevzûu, ikinci bir konuşmama bırakıyorum. Yalnız şu kadarını söyliyeyim ki: “Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz!..”
Bunun için büyük millet olmak, hattâ büyük millet olarak yaratılmak lâzımdır.
Türkçe, daha Asya topraklarında iken, Çin, Kore, Hind, İran, Moğol, İslâv ve Yunan dilleriyle kelime alışverişi yapmıştı. Bugün yanlışlıkla “öztürkçe” sanılan birçok kelimenin, araştırılınca, Çince, Moğolca, Soğdca ve Yunanca çıkması bundandır. İslâm Medeniyeti asırlarında ise, Türkler, dünyânın üç kıt’asına hâkim millet olarak bayrakları altında tuttukları engin ülkelerden vergi alır, baç alır, mahsûl toplar gibi, kelime de toplamışlardır. Böylelikle bütün o ülkelere yalnız “kılıç kuvvetiyle” değil “kültür kuvvetiyle” de söz geçirmişlerdir.
Bu yerlerden derlenen ve asırlarca Türk zevkiyle işlenip Türkçeleştirilen kelimeler. Bizim zafer ve şeref asırlarımızın canlı mîraslarıdır. Bu kelimeler atalarımız tarafından fethedilmiş ve vatan yapılmış topraklar gibi, fethedilmiş ve Türk yapılmış kelimelerdir.
Şimdi sen, mâdemki bu târihin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evlâdısın!.. Atalarının sana mîras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!..
Ataların bize mîras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçe’dir!
Onu, olur olmaz kaprislerle yıkamazsın!
Seni yıkmak için önce onu yıkmanın lüzûmuna inanan düşmanlarının yardımcısı olamazsın!..
Bu dili seveceksin!.. Hem de her hâliyle sevecek ve koruyacaksın!..
Türkçe, nasıl sevilir?..
Vaktiyle, “Birinci Türk Dili Kurultayı”nda, büyük edîp, Halid Ziyâ Uşaklıgil, bir teblîğde, aydınlarımıza “Türkçeyi sevme dersi” vermişti. Demiştik ki:
“Ben, Türkçe’nin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerinde muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o libaslar altında, kendi cevherinde sevdim.
Ben eski Bâbıâli (kâtiplerinden işittiğim süslü dili) sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle dolu Türkçesini de sevdim.
Ben, Dîvan Edebiyâtı’nın gazelleriyle mest oldum.
Fakat sevgili İzmir’imin, İki Çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.
Ben o sevgiliyi, atla şalvarıyle, başının üzerinde altun işlenmiş takkesiyle gördüm.
Ben onu perişan gönüllü şâirin:
Başında hotozu, belinde kuşağı, sadef kakılı serîri üzerine uzanmış; yâhud Sa’dâbad’da, Göksu’da seyrâna çıkmış hâliyle de gördüm, yine sevdim.
Fakat tabiâtte her şey tekâmülden, inkılâptan ibâret olduğu için her devrin zevki de aynı olmuyor.
Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zârif, dört metrelik kumaşıyle giyinmiş, başında küçücük beresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen ve rüzgâr mı on götürüyor; o mu rüzgârı sürüklüyor, diye, insanı şüpheye düşüren hâliyle de Türkçe’yi gördüm ve sevdim.”
Türkçeyi sevmek budur. Bir dil, kendi öz evlâtları tarafından, ancak böyle sevilir.
Nihad Sâmi Banarlı